Fikret’in sabrı artık mesanesinden taşmış, paçalarından akmak üzereydi. Onu bu kadar uca taşımış olan şeyse, iki kişinin zor sığacağı bir yangın merdiveni boşluğunda 7 kişiyle beraber üst üste sigara içmeye çalışıyor olması hiç değildi. İnsanların birbirlerinin hayatlarının ırzına geçmesine zaten o kadar alışmıştı ki, o merdiven boşluğundaki üst üstelik Fikret’in zerre umurunda değildi. O an onun sınırlarını zorlayan tek şey, bu 7 kişinin de, sanki biliyorlarmış ve inadına söylüyorlarmışçasına, Fikret’in bayramını kutlamalarıydı. Onun bir “kurban” olduğu gerçeğini yüzüne vurmakta yarışıyorlardı ve Fikret’in korktuğu şey, suratlardaki gülücüklerin, her ne kadar imitasyon gibi dursa da, gerçek olma ihtimaliydi.
Fikret’in, yaşadığı ülkedeki bir çok insanla benzerliği, TDK’nin çıkardığı sözlüklerle pek fazla ilişkisi olmamasıydı, ve önemli bir fark da, sesteş kelimelerden habersiz oluşuydu. Kurban onun için kurban demekti. Tanrıya sunulan şükranın ve gelecekteki beklentilerin bir garantisi, taksit ve peşin ödeme dışında, cennetteki yerlere bir başka biçimde sahip olma biçimi. Söz konusu mekan; cennet, ilgili merciin de Tanrı olduğu düşünülürse, boynuzlu yada boynuzsuz herhangi bir hayvan, bir kurban olarak pek değersiz olmalıydı ona göre. Kurban olan insandı. Bir sonraki neslin adağı… o yüzden savaşlar vardı. ve salgınlar… Fikret de bir kurbandı. Henüz bakirken kalbine doğru inen bıçağı fark edip, kaçmıştı. O yüzdendi bu sürgün hayatı. Belki bıçaktan kaçmış ama üzerindeki kurban yaftasından kaçamamıştı. Ve biliyordu ki her gün sokaklarda kendi gibi onlarca insan yanından geçiyordu. Bir sürgünler ordusu… Bu yaşadıklarına hayat diyemediklerini fark edip, başka bir hayatta daha güzel zamanlar hayal etmekle meşguldüler her an. Ve o başka hayat, onların cenneti… o kadar kalabalıklardı ki, fısıltılarla duyurdukları cennetleri, gerçek bir mekan oluvermişti. Cenneti, sürgün kurbanlar yaratmıştı…! Fikret’in kafası karışmıştı, kendi kendine. Yine karar veremiyordu işte, yumurta mı tavuktan çıkmıştı, tavuk mu yumurtadan?
Ne kadar içtiğini hatırlayamadı… artık bir kadehle bir şişenin fark etmediği çizgiyi geçmişti, en azından bunun farkında olmasına sevindi. Cebindeki bozuklukları düşündü. Ve fahişeleri… dünyadaki eski mesleklerden biri olan fahişeliğin,aslında büyük bir çok-tanrılı dinin yayılması için paravan olduğunu fark etti. Fahişeler, günde belki onlarca kez ve onlarca farklı tanrıya kurban ederlerdi kendilerini. Daha iyi bir hayat yaşayabilmek yada sadece bir hayat yaşayabilmek adına. O zaman yaşasın fahişelerdi… tek tanrılı dinlerin baskıcı ve egemen zamanlarının artık yıkılma vakti yaklaşıyordu. Fahişeler sinsice, isyan bayrağının açık seçik asılacağı günü bekliyorlardı. Her gün yeni yeni tanrılardan aldıkları güç ve imanla, yeni ve güzel zamanların habercisiydiler.
Kafasının dışında hiç vakit ayırmadığı fahişelere, kafasının içinde de bu kadar yer ayırmasına şaşıran ve kızan Fikret, boş bakışlarla etrafını seyre dalmıştı. Duvarlarda pek ışıklı ve ilgi çekici olmasalar da, orda olduklarını unutturmayacak kadar büyük olan reklam panoları duruyordu. İlk gözüne çarpansa, bir kutup ayısının elinde tuttuğu 2.5litrelik kola şişesi olandı. Çölde geçirdiği vakitlerde, kutup ayısına olan aşinalığından dolayı dikkatini kola şişesine vermişti. Hayat bu 2.5litrelik kolanın tıpatıp aynısıydı. Belki insanlar da ayıya benziyorlardı ama Fikret bunu sonra düşünmeyi yeğledi. Kendi kendine mırıldanıyordu, başkalarınca duyulup duyulmadığını umursamaksızın; “hayat bu koladır. Hepsini dikip bitiremezsiniz, boğazınızı yakar. Yavaş yavaş içerken gazının kaçtığını fark edersiniz, artık ne kadar dikleyip bitirseniz de tadı çoktan değişmiştir. Midenizdeki şişlik ve ağzınızdaki kötü tattan başka hiçbir şeyi hatırlamazsınız. Ve kapağın arkasındaki olası bedava şişe de bu yüzden kimsenin umurunda olmaz…” insanlara, ne kadar aptal olduklarını anlattığı manifestosunun giriş bölümünü okuyormuşçasına heyecanlandı ve terlemeye başladı Fikret. Kendini Mao Zedong gibi hissediyordu. Kurşuna dizilmekten kurtulan Mao gibi o da kurban edilmekten kurtulmuştu. Ve şimdi büyük yürüyüşü başlatmaya hazırdı. Ülkeyi bir uçtan bir uca yürüyecekti, arkasında fahişeler, kutup ayıları ve komuta ettiği kurban-sürgünler ordusuyla beraber.
Uyandığında başı çatlıyordu. Bir arabaya yaslanmıştı gece, ama nasıl olduğunu hatırlamıyordu. Karşısında arabanın yan aynasını görünce, bütün gece kendisini izlediğini tahmin edebilmişti. Ama aklında, ne büyük yürüyüş hazırlıkları vardı, ne de fahişeler…o an kendisinden beklemediği bir çeviklikle ayağa kalktı. Evine doğru yürümeye başladı…
Kurban edilenlerin iki ortak noktası vardı. Birincisi bakire olmaları… ikincisi ise her gün yeni bir cennete uyanıyor olmalarıydı. Bu yüzden her sabah uyandıklarında o ayinden kaçtıklarını sanarlar, her gün farklı bir ayinin kurbanı olduklarını fark etmezlerdi…
8 Aralık 2009 Salı
19 Kasım 2009 Perşembe
bölüm yedi
yol herzaman ki yoldu, marketler, arabalar, otobüsler, duraklar... Fikret hepsinin önünden sırayla geçiyordu, hepsi de aynıydı. bahçe kapıları, çitler, köpekler, çöpler... hiçbirini umursamıyordu ve hepsi aynı olmaya mahkumdu. mahkumiyetti değişmemek. değişememek... değişemeyen kendi olamazdı, kendini bulamazdı. yavaşça en sevdiği yere yaklaşıyordu. bu tekdüzeliğe mahkum yolda en çok kendi olan yere. en ço kkendi olabildiği yere. ama bir gariplik vardı o eski telefon kulübesinde."bir aynılık..." yalnız olmayı haketmeyen tek varlık, yalnızdı. telefon kulübeleri hiç yalnız olmazlardı, çünkü onları telefon kulübesi yapan içindeki insanlardı. ahizeyi kaldırdıkça aşklarını ve hayatlarını paylaşan insanlar... onlar olmadıkça kulübe, telefon kulübesi olmazdı ve yalnız da olamazdı.
ama o gün yalnızdı kulübe. içi boş, dışı boş. Fikret'in suratı düşmüştü, hemen yanına koşturdu kulübenin, ağlamaklı oldu. her şeyini herkese anlatmak istediği zamanlardan biriydi belki Fikret için ama o kadar üzüldü ki telefon kulübesine, anlatmak değil yüzyıllarca dinlemek geçti içinden. ve dinledi...
-99966677748866886
hemen anladı ve karşılık verdi. yüzünde ağlamaklı ama bir yandan da sevinç dolu bi ifadesi vardı Fikret'in. dinliyor olmanın, paylaşıyor olmanın sevinci, umursuyor olmanın hüznüyle karışıyordu yavaş içinde.
-ben de
-6633,3,3366 ?
-sanırım senin konuşmaya, benden daha çok ihtiyacın var şu an, o yüzden bırak da ben sorayım, neden?
-666999955533,34446
-ben de... peki kimi?
-55336634446444. 73355444 9992 77773366 ?
-düş'ümü.
sanki telefon kulübesi de ağlıyordu artık. sarılmak istedi Fikret ama sarılamadı. başını hafifçe öne eğdi, selam verircesine yada hoşçakal dercesine... devam etti yürümeye. hava soğuktu... eve daha çok yol vardı.
ama o gün yalnızdı kulübe. içi boş, dışı boş. Fikret'in suratı düşmüştü, hemen yanına koşturdu kulübenin, ağlamaklı oldu. her şeyini herkese anlatmak istediği zamanlardan biriydi belki Fikret için ama o kadar üzüldü ki telefon kulübesine, anlatmak değil yüzyıllarca dinlemek geçti içinden. ve dinledi...
-99966677748866886
hemen anladı ve karşılık verdi. yüzünde ağlamaklı ama bir yandan da sevinç dolu bi ifadesi vardı Fikret'in. dinliyor olmanın, paylaşıyor olmanın sevinci, umursuyor olmanın hüznüyle karışıyordu yavaş içinde.
-ben de
-6633,3,3366 ?
-sanırım senin konuşmaya, benden daha çok ihtiyacın var şu an, o yüzden bırak da ben sorayım, neden?
-666999955533,34446
-ben de... peki kimi?
-55336634446444. 73355444 9992 77773366 ?
-düş'ümü.
sanki telefon kulübesi de ağlıyordu artık. sarılmak istedi Fikret ama sarılamadı. başını hafifçe öne eğdi, selam verircesine yada hoşçakal dercesine... devam etti yürümeye. hava soğuktu... eve daha çok yol vardı.
5 Kasım 2009 Perşembe
bölüm altı
Fikret'in kafasında zırlayan küçük saati, zamanı geldi diyordu inatla. kalkmalıydı, ders vaktiydi. Ama Fikret de farkındaydı kural1'in.(bknz. kural1) rüyasında yaşamaya devam etti bir süre daha. ne de olsa çalar saati bir ara inadı bırakıp susardı. susmadı... hatta susmak bir yana sanki ittiriyordu Fikret'i, çekiştiriyordu. o an farkında vardı Fikret kendisinidürtenin annesi olduğunun. nedense annesini özlemişti. aylardır annesi kaldırıyordu sabah Fikret'i ama o, özlemişti.
aslında özlediği annesi değildi tam manasıyla. annesinin kokusuydu... o her şey başlamadan önce, yalnızlığın tadını çıkardığı, karanlıkta sessizce uyukladığı, hayatı daha melodik ve daha durgun tanıdığı o yerin kokusuydu bu. annesinin kokusu... yine bastırmıştı yalnızlık duygusu apansız. hiç kimseye hiçbir şey anlatası yoktu uzun süredir. hiç konuşası yoktu ki buna, kendi dahil bütün insanlık aynı şiddetle şaşırmaktaydı şu sıralar.
kalktı. tabii ki annesi yoktu orada. çalar saatinin ucuna iliştirdiği resimdekini saymazsak... lise mezuniyetinde alelacele çektirdikleri fotoğraf. annesi bir yanda ve diğer yanda babası. Fikret yine günü kurtarmakla meşguldü ve ailesini kurtaracak vakti bulamamıştı. geriye sadece o fotoğraf kalmıştı o zamanlardan."good old days..."(!) aralarındaki mesafe artık fotoğraf karelerine sığmıyordu, o yüzden uzun zaman olmuştu aynı karede görünmeyeli ailesiyle.
saate baktı. saat henüz erkendi, derse yetişebilirdi. kural2'yi hatırlaması saate şaşırmasına engel oldu bir anda.(bknz. kural2) hızlıca hazırlandı. evden koşar adımlarla çıkıp kampusa girdi. yavaşladı. artık rahattı. dünyanın en izole, en korunaklı ve en ikiyüzlü mekanına; eskiden evlerinin karşısında olan lojmanların bahçesinden bile daha büyük bir oyun bahçesine girmişti. izoleydi çünkü, Fikret buraya geldiğinden beri dünyayla ilişkisini kesmiş, haftalık mizah dergilerinden gündemi takip eder olmuştu. korunaklıydı çünkü, gerçekten de duvarlarla çevrili ve kapısında askerin beklediği bir alandı burası. ikiyüzlüydü çünkü, Fikret'i kandırmıştı. her yönü Fikret'i ayrı bi tarafa çeken yedi kafalı bir yılan gibiydi bu okul. evet yanlış olmuştu... ikiyüzlü değil, yediyüzlüydü...
kural1:gece yatmadan önce, acaba gitmesem mi dersen; gitmezsin!
kural2:yatağa erken girmek, her zaman kazandırır.
PS:geç kaldı bu yazı biraz, evet...
aslında özlediği annesi değildi tam manasıyla. annesinin kokusuydu... o her şey başlamadan önce, yalnızlığın tadını çıkardığı, karanlıkta sessizce uyukladığı, hayatı daha melodik ve daha durgun tanıdığı o yerin kokusuydu bu. annesinin kokusu... yine bastırmıştı yalnızlık duygusu apansız. hiç kimseye hiçbir şey anlatası yoktu uzun süredir. hiç konuşası yoktu ki buna, kendi dahil bütün insanlık aynı şiddetle şaşırmaktaydı şu sıralar.
kalktı. tabii ki annesi yoktu orada. çalar saatinin ucuna iliştirdiği resimdekini saymazsak... lise mezuniyetinde alelacele çektirdikleri fotoğraf. annesi bir yanda ve diğer yanda babası. Fikret yine günü kurtarmakla meşguldü ve ailesini kurtaracak vakti bulamamıştı. geriye sadece o fotoğraf kalmıştı o zamanlardan."good old days..."(!) aralarındaki mesafe artık fotoğraf karelerine sığmıyordu, o yüzden uzun zaman olmuştu aynı karede görünmeyeli ailesiyle.
saate baktı. saat henüz erkendi, derse yetişebilirdi. kural2'yi hatırlaması saate şaşırmasına engel oldu bir anda.(bknz. kural2) hızlıca hazırlandı. evden koşar adımlarla çıkıp kampusa girdi. yavaşladı. artık rahattı. dünyanın en izole, en korunaklı ve en ikiyüzlü mekanına; eskiden evlerinin karşısında olan lojmanların bahçesinden bile daha büyük bir oyun bahçesine girmişti. izoleydi çünkü, Fikret buraya geldiğinden beri dünyayla ilişkisini kesmiş, haftalık mizah dergilerinden gündemi takip eder olmuştu. korunaklıydı çünkü, gerçekten de duvarlarla çevrili ve kapısında askerin beklediği bir alandı burası. ikiyüzlüydü çünkü, Fikret'i kandırmıştı. her yönü Fikret'i ayrı bi tarafa çeken yedi kafalı bir yılan gibiydi bu okul. evet yanlış olmuştu... ikiyüzlü değil, yediyüzlüydü...
kural1:gece yatmadan önce, acaba gitmesem mi dersen; gitmezsin!
kural2:yatağa erken girmek, her zaman kazandırır.
PS:geç kaldı bu yazı biraz, evet...
15 Ekim 2009 Perşembe
bölüm beş
normalde, Fikret böyle bir mektuba cevap vermezdi. ama ne olduysa o an insan gibi hissedeceği tutmuştu işte. insan bize derslerde öğretilen gibi; doğup büyüdüğü, ürediği ve sonunda öldüğü bir hayat çizgisini izlemez. ona göre bu cansızları tanımlayan bir cümledir. dünyada hızla artan otomobil sayısını yada artık tükenmeye başlamış tramvayları bu şekilde açıklamaya çalışır Fikret. oysa insan böyle değildir. insan doğmaz, bir sefere mahsus olan şey vücudun artık tek bir hücreye sığamayacak kadar büyümesidir. insan sadece bir defa doğamayacak kadar doyumsuzdur çünkü. her zaman yeniden doğabilmeyi isteyecek kadar aç ve mutlu olduğu her anı korumak adına, yüzlerce kere o an ölmeyi isteyecek kadar toktur insanoğlu. insanı anlatan tek kavram, öğrenmesidir. insan sürekli öğrenir Fikret'e göre. bu yüzden uyuması için ilaç alırken uyanık kalması için bir bardak kahve yeterlidir. gözleri açık olsun ister ki, daha fazla öğrenebilsin. bu; o ilk hücrenin dünyaya meydan okuyuşudur çünkü. kolundaki saate baktığında düşündüğü şey; ne kadar zamanı geride bıraktığı değil, daha gözlerini ne kadar süre açabileceğidir. daha ne kadar öğrenebileceği...
bu yüzden aşık olur insan ve bu yüzden birisi öldüğünde ağlar. hatta arkadaşlarının yardımına koşmaması da bu yüzdendir. başkasının öğrendiklerini dinlemektense, kendi bir şeyler öğrenmelidir; bu zaman içinde. bunları anlatmaksa ayrı bir vakit kaybı... hainlik, cesurluk, kıskançlık... insan doğmaz, insan büyümez işte. sadece öğrenir... kendisi, kendi için, kendi bildiğince ve kendi dilediğince... ölmek ise ayrı bir imkansızlıktır. bu kadar öğrenip de bir anda bitiremez bunu. inanmaz, inanamaz... bu yüzden de ölmez. öğrendiklerini alır, o küçük ve sadece kendisine ait olan odasına taşır zamanı geldiğinde... o tek hücreye...
zaman bir sayı doğrusundan ibarettir, kareli metot defterimize ilkokuldan beri çizdiğimiz. o kadar basittir işte. üzerine sayılar yerleştirmek nasıl kolaysa, işte bu kolaylıkla öğrenir insan ve bu doğallıkla.
insan doğmaz... ama Fikret doğmuştur. geçmişini hatırlar; o tek hücreyi. diğer insanların doğum olarak adlandırdıkları ve bunun sonrasında yaşadıklarını düşündükleri o zamanı, Fikret "onlar" gibi kullanmaz. Fikret aşık olur... çünkü hep o tek hücre gibi hisseder kendini. ne fazlası ne de daha azı - o da seçici geçirgendir ve kendi varettiklerini kendi sindirir-. öğrenmek istemez, öğrenmeye de ihtiyacı yoktur. tek hücreyken de aşıktır, 1.85lik ve 73 kiloluk koca bir bedenken de. bedenini, içini dolduracağı bir kasa gibi görmekten uzaktır ve işte bu yüzden bir tek Fikret doğmuştur diğerlerinin arasında.
Fikret insan değildir yada belki insandır.
Fikret tekrar okumaya başlamıştı mektubu...
"Sevgili Fikret;
Şu an sana çok mutlu olduğumu söylemek için yazıyorum bunları. Seninle değil belki ama mutluyum işte..."
hızlıca göz gezdirip sonuna varır göz açıp kapayıncaya kadar.
" kendine iyi bak..."
tekrar vazgeçer, bir cevaba gerek yoktur. elinden mektubu ve bir şeyler öğretme arzusunu çabucak bırakır...
PS: kendime bakacağıma söz vermiş ve yatıyorum demiştim... ama kızma... uykudan kalktım...
bu yüzden aşık olur insan ve bu yüzden birisi öldüğünde ağlar. hatta arkadaşlarının yardımına koşmaması da bu yüzdendir. başkasının öğrendiklerini dinlemektense, kendi bir şeyler öğrenmelidir; bu zaman içinde. bunları anlatmaksa ayrı bir vakit kaybı... hainlik, cesurluk, kıskançlık... insan doğmaz, insan büyümez işte. sadece öğrenir... kendisi, kendi için, kendi bildiğince ve kendi dilediğince... ölmek ise ayrı bir imkansızlıktır. bu kadar öğrenip de bir anda bitiremez bunu. inanmaz, inanamaz... bu yüzden de ölmez. öğrendiklerini alır, o küçük ve sadece kendisine ait olan odasına taşır zamanı geldiğinde... o tek hücreye...
zaman bir sayı doğrusundan ibarettir, kareli metot defterimize ilkokuldan beri çizdiğimiz. o kadar basittir işte. üzerine sayılar yerleştirmek nasıl kolaysa, işte bu kolaylıkla öğrenir insan ve bu doğallıkla.
insan doğmaz... ama Fikret doğmuştur. geçmişini hatırlar; o tek hücreyi. diğer insanların doğum olarak adlandırdıkları ve bunun sonrasında yaşadıklarını düşündükleri o zamanı, Fikret "onlar" gibi kullanmaz. Fikret aşık olur... çünkü hep o tek hücre gibi hisseder kendini. ne fazlası ne de daha azı - o da seçici geçirgendir ve kendi varettiklerini kendi sindirir-. öğrenmek istemez, öğrenmeye de ihtiyacı yoktur. tek hücreyken de aşıktır, 1.85lik ve 73 kiloluk koca bir bedenken de. bedenini, içini dolduracağı bir kasa gibi görmekten uzaktır ve işte bu yüzden bir tek Fikret doğmuştur diğerlerinin arasında.
Fikret insan değildir yada belki insandır.
Fikret tekrar okumaya başlamıştı mektubu...
"Sevgili Fikret;
Şu an sana çok mutlu olduğumu söylemek için yazıyorum bunları. Seninle değil belki ama mutluyum işte..."
hızlıca göz gezdirip sonuna varır göz açıp kapayıncaya kadar.
" kendine iyi bak..."
tekrar vazgeçer, bir cevaba gerek yoktur. elinden mektubu ve bir şeyler öğretme arzusunu çabucak bırakır...
PS: kendime bakacağıma söz vermiş ve yatıyorum demiştim... ama kızma... uykudan kalktım...
9 Ekim 2009 Cuma
bölüm dört-buçuk
"her telefon çaldığında yada mail kutusunda yeni bir mail gördüğünde, "acaba?" demek. hep bir telaş ve heyecan içerisinde kaybolmak... saatlerce o telefonun yanında beklemek ve düşünmek neden çalmadığını. merak ediyorum hayat herkes için böyle mi? ve daha da kötüsü soramıyorum insanlara, utanıyorum... aslında bir yandan iyi; geçen her anın farkında oluyor insan, bir bekleyiş; insanı her anın farkında olmaya mecbur bırakanından. bir yandan da kötü tabii. bu geçen her anın ne kadar "onsuz" olduğunun farkında olmak. elin kolun bağlı beklemek fütursuzca. utanmadan, sıkılmadan ve bıkmadan, kamp kurmak o umuda. hatta ateş yakmak, belki görür de gelir diye... başka insanlarla paylaşamadığın bu bekleyişte belki de en kötüsü; işte dediğim gibi, yalnız olmak. belki bir paket sigara yada birkaç biranın dostluğuna güvenmek. tabi onlar da ne kadar güvenilirlerse. her seferinde yeni bir şişe ve yeni bir paket. yeni tanıdığın bu dostların yanında ne kadar huzurlu olabilirsen, işte o kadar huzurlusun. insan pek itiraf edemez ama bu gibi durumlarda -her ne kadar paylaşamasa da- birinin bir şeyler konuşmasını, söylemesini bekler. o anki dostlarını işte, dilsizdirler. sizi dinlediklerinden bile şüphe edersiniz ama başka şansınız da yoktur. arada dışarı çıkarsınız, tabi elinizde sıkı sıkıya tuttuğunuz telefonda, çalarsa hemen açabilmek için. gökyüzüne bakarsınız... yıldızlar da dostluk ederler size ama ancak yıllardır görüşemediğiniz, uzaktaki eski bir dost kadar. "güneşin" o içinizi ısıtan sıcaklığını bulamazsınız. merak edersiniz... sürekli bir "acaba" var kafanızda, söküp atamazsınız. atsanız da yenisi gelir hemen, hiç uğraşmayın boşuna. bu seferki "acaba"; ne yapıyor acabanın acabasıdır. beni düşünüyor mu diye merak edersiniz...
insan iki yüzlü bir varlık her ne kadar inkar etsek ve kendimize yakıştıramasak da. aslnda bu yarattığımız acılı tabloyu isteriz bir yandan da. hatta istemekle kalmaz "o" da bilsin isteriz. bir taraftan da bunun bencillik olduğunun farkındayızdır. işte o an sıkışır kalırız düşüncelere...
anlam veremediğimiz bu boyun eğişi sorgulamaktan vazgeçer, yeni dostlar ediniriz tekrar. yeni bir bira şişesi ve yeni bir paket sigara. emrimizde bir orkestra kurarız, en derin acıların ve en büyük özlemlerin sonatlarını çalarlar bir yandan. acaba herkes benim gibi ilgiye aç mı diye sorarız kendimize. yine bir "acaba" daha işte... ah siz "acabalar" yok musunuz?
kafanız iyice bulanır sonra. aklınıza şiirler, şarkılar gelir ve siz istemeseniz de coşkulu bir bando gibi çalarlar marşlarını. "saat 4 yoksun" açılış parçası. sonrasındaysa "bekledim de gelmedin" diye fasıl tutturursunuz kafanızın içinde. onur konuğusunuz bu programın, öyle hemencecik kalkamazsınız. sahneden "coşkun sabah" iner bir yandan, ve diğer yanda hazırlanan "emel sayın" hiç aksatmadan başlar söylemeye...
durduramazsınız...
durduramam..."
-Fikret'in günlüğünden...-
insan iki yüzlü bir varlık her ne kadar inkar etsek ve kendimize yakıştıramasak da. aslnda bu yarattığımız acılı tabloyu isteriz bir yandan da. hatta istemekle kalmaz "o" da bilsin isteriz. bir taraftan da bunun bencillik olduğunun farkındayızdır. işte o an sıkışır kalırız düşüncelere...
anlam veremediğimiz bu boyun eğişi sorgulamaktan vazgeçer, yeni dostlar ediniriz tekrar. yeni bir bira şişesi ve yeni bir paket sigara. emrimizde bir orkestra kurarız, en derin acıların ve en büyük özlemlerin sonatlarını çalarlar bir yandan. acaba herkes benim gibi ilgiye aç mı diye sorarız kendimize. yine bir "acaba" daha işte... ah siz "acabalar" yok musunuz?
kafanız iyice bulanır sonra. aklınıza şiirler, şarkılar gelir ve siz istemeseniz de coşkulu bir bando gibi çalarlar marşlarını. "saat 4 yoksun" açılış parçası. sonrasındaysa "bekledim de gelmedin" diye fasıl tutturursunuz kafanızın içinde. onur konuğusunuz bu programın, öyle hemencecik kalkamazsınız. sahneden "coşkun sabah" iner bir yandan, ve diğer yanda hazırlanan "emel sayın" hiç aksatmadan başlar söylemeye...
durduramazsınız...
durduramam..."
-Fikret'in günlüğünden...-
6 Ekim 2009 Salı
melodik
bir yer olsun istiyorum. ne benim ne bir başkasının... sadece senin olsun. sen gör benim aşkımı orda, gece dolunaya bakıp nasıl ağladığımı, seni özlemekten titrediğim o bana ayaz gibi soğuk ve dondurucu; ve bir o kadar da içimi kavuranın sensizlik mi aşırı miktarda alkol mü olduğunu anlamadığım zamanlarımı. ben bile görmeyeyim, yalnız sen bil, sen anlat bana. senden duydukça bileyim kendimi, ve senden duydukça seveyim. sen sevdikçe... orda gör, sen baktıkça aydınlanan gözlerimi. ellerim ellerini beklemekten nasıl da sıkılmaz bana sen anlat olur mu? söylediğim şarkıların yalnız sana ait olduğunu... içerken özleminle tokuşturuyoruz kadehlerimizi... bak duyuyor musun? Çınn...
4 Ekim 2009 Pazar
bölüm dört
her zaman acemi kalacağı saç-baş yapma konusunda yine aynı hissediyordu. ilkokul çocuklarını aratmayacak bir heyecanla saçlarını kabartıyordu. aynı anda zor da olsa bir iki nefes sigarayı da ihmal etmeden, aynanın karşısındaydı işte. en güzel kıyafetlerini giymişti. en güzel kokusunu sıkınmıştı. üşenmese sakallarını bile keserdi. pratikte sahte gibi duran ama onun için evin her odasında yaktığı ışıklar kadar gerçek bir buluşma içindi tüm bu hazırlıklar. çok güzel görünmeliydi -buna ihtiyacı olmadığını bilse de- içki masasında her zaman yanı başında olan küçük kupasını -eski bir hediyeydi- aldı. votkası da hazırdı şimdi, yeni yaktığı sigarasına eşlik ediyordu.
buluşma zamanı gelmişti.
bilgisayarın karşısına geçti...
buluşma zamanı gelmişti.
bilgisayarın karşısına geçti...
3 Ekim 2009 Cumartesi
bölüm üç-yirmi-altı
"biliyorum siz de bu şarkıyı dinleseniz şu an benimle birlikte, kalbinizde bir aşk ama içinizde bitmek bilmeyen bir özlem isteyeceksiniz. yaşamak istediğiniz şey sevgilinizin kollarında olmak değil de onun özlemini çekmek olacak. acı çekmek isteyeceksiniz, ağlamak, haykırmak, aynı acıyla yok olup yine bu acıyla tekrar dirilmek isteyeceksiniz. sarılıp huzur bulduğunuz bedenin hayalini kurmak daha cazip gelecek o an; neden bilmiyorum... unutacaksınız bundan önceki tüm sevdalarınızı ve sonrasındakileri de bilmek istemeyeceksiniz. o an o özleme aşık olacaksınız. gözlerinizi kapayıp, düşüneceksiniz. hayatınızda belki hiç yaşamadığınız o tanıdık huzurun gelip, sizi alıp götürmesini bekleyeceksiniz, bir yandan da bunun o an olmayacağını bilmek size ayrı bir haz verecek. o an bir kuşun kanatlarında değilsiniz, özgürlüğe uçmuyorsunuz. aksine gagasıyla tekrar tekrar didiklediği çer çöpten farkınız yok. gündüzleri değil belki ama geceleri ayçiçekleri gibi olacaksınız. ve bir çölün ortasına gözü kapalı gidebileceksiniz hiç düşünmeden hem de, susuzluktan kendi kanınızı akıtmaya bile razı olacaksınız. bir kum torbasının içindeki milyonlarca kumdan birisiniz, sizin sandığınız gibi o romantik kumsaldaki kumlardan değilsiniz dostlarım üzgünüm... çektiğiniz acıda denizdeki dalgaların o insanı baştan çıkaran ritmi olmayacak, aksine hırs ve tutkunun gürültülü hırıltıları arasında dayak yiyeceksiniz o kum torbasında.
ama seviyorsunuz işte... bunu siz istemediniz mi...?"
-Fikret'in sarhoş naralarından-
ama seviyorsunuz işte... bunu siz istemediniz mi...?"
-Fikret'in sarhoş naralarından-
bölüm üç-yirmi-beş
Fikret'in bakışları bomboştu. bakıyordu işte, takılmıştı müziğe, takılmıştı sözlere. o kadar çok dinlemişti ki aynı şarkıyı; aynı hikayeyi... o hikayenin yaşandığı mekanda o kadar çok bulunmuştu ki... "işte karşıda parlak ışıklarıyla kocaman bir cadde. gecenin geç saatine rağmen aynı hırs ve coşkuyla akan trafik... ancak sarhoşların karınlarını doyuracak kadar ucuz olan küçük büfeler. büyük büfeler... ve zaman... akmasın dedikçe akan, solmasın istedikçe solan bir gülden çok farksız değildi. belki başka bir mevsimde yeniden açacak o gül gibi, zaman da aktıkça yeni güzelliklere gebeydi o gecede. ama ne Fikret farkındaydı bunun ne de zaman."
sahne daha da buğulanmıştı gözlerinde. ağlıyordu, ama içinden. bu duyguyu hissetmesi için gözyaşlarına ihtiyacı yoktu.
"kenetlenmiş ellerin ve vücutların sıcaklığıydı şimdi yüzüne vuran. küçük bir öpücüğün büyük devletler yıkabileceği bir dünyaydı orası. farklı bir farklılık vardı. acemi bir tangocunun partnerinin ayağına basmamak için uğraşması kadar saf ve zordu bir şeylerden kaçmak. onlar da kaçmadılar zaten... hem saflıktan yana oldular, hem de zorluktan."
sahne daha da buğulanmıştı gözlerinde. ağlıyordu, ama içinden. bu duyguyu hissetmesi için gözyaşlarına ihtiyacı yoktu.
"kenetlenmiş ellerin ve vücutların sıcaklığıydı şimdi yüzüne vuran. küçük bir öpücüğün büyük devletler yıkabileceği bir dünyaydı orası. farklı bir farklılık vardı. acemi bir tangocunun partnerinin ayağına basmamak için uğraşması kadar saf ve zordu bir şeylerden kaçmak. onlar da kaçmadılar zaten... hem saflıktan yana oldular, hem de zorluktan."
30 Eylül 2009 Çarşamba
bölüm üç
amfi çok kalabalık değildi ve normalin aksine şarkı mırıldanamıyordu o derste Fikret. ince, uzun boylu hocası aynı incelikte ve rahatsız edici ses tonuyla bir şeylerden bahsediyordu. dinleyesi yoktu yine o dersi de. bu konuda pek yetenekli olmasa da, derslerde çizdiği karikatürlerle, kendini geliştireceğine inanıyordu. bu sefer fantastik öğeler değildi konusu;iki sıra önünde, biraz çaprazında kalan kızı izlemeye başladı. yeterli gözlemi yaptığına inandığında - 2 saniye kadar sürdü- çizmeye başladı. nasılsa bir gün portre çalışmaya da başlaması gerekecekti. çok düzgün olmayan, hatta kötü denebilecek birkaç çizgiden sonra, defterindeki karalamayı kızdan çok aragorna benzetti. artık elinden geleni yapmıştı fakat başarılı olamamıştı o ders vaktini geçirmekte. tahtaya göz attı:
"Newton's Laws of Motion"
ve yazmaya başladı;
"Hayatta Mutlu Olabilmek..."
gözleri tekrar tahtadaydı;
1) A body remains at rest or continue to move on a straight path with uniform speed if there is no unbalanced force on it.
ve defterde:
"1) insan eğer hayatına yeni insanlar almaz yada varolan insanlarla iletişime geçmezse,o an sürdürdüğü hayatı yaşamaya mahkumdur. her ne kadar yalnız olmayı istemese de, bundan tek başına kurtulmasının da imkanı yoktur!"
tamamdı işte, bulmuştu eğlencesini. devam etti okumaya:
2)F=m . a
ardından zihninde bir şimşek çakmışçasına aldı tekrar eline kalemini:
"2) hayatımıza yeni insanlar yada yeni faaliyetler ekleme hızımız, aynı şekilde yaşantımızın hızını da belirler. fakat önemli olan bu yaşantının hızlı yada yavaş olması değil, onu durgunluktan kurtarabilmektir"
bir anda derse katılmıştı ama amfideki diğer öğrenciler gibi değildi. bunu yalnızca kendisi anlamış olsa da, yine de dersin bir kıyısından alakalı olabilmesi ayrı bir sevinç getirmişti. devam etti;
3) action-reaction principle. there is no force without a reaction.
bu en kolayıydı. ama acele davranıp da tuzağa düşmemeliydi. biraz soluklanıp düşünmeye başladı. ne zaman yazmaya başladığını fark etmedi bile:
"3) hayatta yaptığımız her iş bir sonuca sebep olur. bu sonuçlar aynı büyüklükte ve ters yöndedir. ayrıca bu sonuçlar içsel olup, hemen fark edilmeyebilirler. ama yaptığımız her iyiliğin, biz görmesek de, aynı oranda bir karşılığı vardır karşı tarafta."
mutlu ve kendinden emin bir sırıtışla baktı yazdıklarına. artık bu şaheserinin altına imzasını atması gerektiğini düşündü ve kağıdın altındaki boş kısma yöneldi. önce bir kalp çizdi ve bir ok peşine.
iki harfi düzgünce yerleştirdi...
ders arasıydı artık...
"Newton's Laws of Motion"
ve yazmaya başladı;
"Hayatta Mutlu Olabilmek..."
gözleri tekrar tahtadaydı;
1) A body remains at rest or continue to move on a straight path with uniform speed if there is no unbalanced force on it.
ve defterde:
"1) insan eğer hayatına yeni insanlar almaz yada varolan insanlarla iletişime geçmezse,o an sürdürdüğü hayatı yaşamaya mahkumdur. her ne kadar yalnız olmayı istemese de, bundan tek başına kurtulmasının da imkanı yoktur!"
tamamdı işte, bulmuştu eğlencesini. devam etti okumaya:
2)F=m . a
ardından zihninde bir şimşek çakmışçasına aldı tekrar eline kalemini:
"2) hayatımıza yeni insanlar yada yeni faaliyetler ekleme hızımız, aynı şekilde yaşantımızın hızını da belirler. fakat önemli olan bu yaşantının hızlı yada yavaş olması değil, onu durgunluktan kurtarabilmektir"
bir anda derse katılmıştı ama amfideki diğer öğrenciler gibi değildi. bunu yalnızca kendisi anlamış olsa da, yine de dersin bir kıyısından alakalı olabilmesi ayrı bir sevinç getirmişti. devam etti;
3) action-reaction principle. there is no force without a reaction.
bu en kolayıydı. ama acele davranıp da tuzağa düşmemeliydi. biraz soluklanıp düşünmeye başladı. ne zaman yazmaya başladığını fark etmedi bile:
"3) hayatta yaptığımız her iş bir sonuca sebep olur. bu sonuçlar aynı büyüklükte ve ters yöndedir. ayrıca bu sonuçlar içsel olup, hemen fark edilmeyebilirler. ama yaptığımız her iyiliğin, biz görmesek de, aynı oranda bir karşılığı vardır karşı tarafta."
mutlu ve kendinden emin bir sırıtışla baktı yazdıklarına. artık bu şaheserinin altına imzasını atması gerektiğini düşündü ve kağıdın altındaki boş kısma yöneldi. önce bir kalp çizdi ve bir ok peşine.
iki harfi düzgünce yerleştirdi...
ders arasıydı artık...
ek-1
"su gibisin. ne kadar duru olduğunu görebilmek için içmeye gerek yoktur sudan. baktığında anlar insan. ve güneş gibi... ısınmak için var olman yeterli, ne çıkar ki yanı başımda olmasan. temiz dağ havasısın içime çektiğim. ne kadar kirletse de insan arada ister istemez, her zaman seni soluyacak kadar çoksun. hatta "efsane gazoz" gibi... her yemeği daha da zevkli ve lezzetli hale getiren... okul çıkışlarında satılan "meybuz" belki de. hem kaçamak bir telaş var içimde hem de tutku. hiçbir zaman biriktiremediğim ilkokul harçlıklarımsın hep hayalini kurduğum..."
-Fikret'in gönderilmemiş mektuplarından-
-Fikret'in gönderilmemiş mektuplarından-
29 Eylül 2009 Salı
2buçuktan hallice
"şu an saat sabahın 4'ü. içimden gelen tek şey sana sarılmak. sana sarılmak ve ağlamak, gülmek, ağlamak, gülmek... karar verememek. sabah güneş doğana kadar bu kararsızlıkta uyuyakalabilmek. ve sonra güneşin doğuşunu, pencereden, uzak bir köşeden değil; aksine tam karşısından izlemek, gözlerinden..."
hızlıca buruşturdu bu acemice aşk mektubunu. yeni birine başladı...
"klavyem çalışmıyor. - teşbih-i beliğ,lisede öğrenmişti ne olduğunu- sanki her tuş 'backspace' oluvermiş; yazmıyor da siliyor... ne yazsam görünmüyor. hayat da böyle görünüyor gözüme, boş bir sayfaya yazmaktan öte, bir dolu karalamadan güzel bir metin çıkarana kadar silmek, bu karışık sayfaya çeki düzen verebilmek... sendin bunu yapan..."
hayır bu da neydi böyle. zihninin hiç bu kadar rahat olduğunu fark etmemiş ve buna sevinmişti belki Fikret ama bu yazdığı da bir aşk mektubundan çok Platon'un mektuplarına benzemişti. Fakat bir önceki mektubun makus talihi gibi olmamıştı bunun ki, usulca katlayıp masasının kenarına koydu. bu fikirleri başka bir yerde lazım olacaktı, unutmamalıydı - nerde lazım olacaksa-.
denemeye devam...
"yalnızlık insanın sadece kendisi yaratıp kendisi çözebileceği bir denklemden ibarettir. sigara içmek ya da top koşturmak kadar doğaldır. önemli olan yalnızlığa neden olan bilinmeyenleri tespit edip, buna uygun kişiyi o an yanınızda bulabilmektir..."
"hayır!!" kafasını masaya vuruyordu artık sertçe. artçı şoklar halinde başlayan fakat şu an iyice şiddetlenen bir depremi andırıyordu bu kafa kırma çabası. aşk mektubu değildi yazması gereken! hayatını onunla paylaşmaktan büyük bir keyif alıyordu Fikret ve aşkı bir pizzanın üzerindeki kaşar peynirleri gibi eriyip gidiyordu bu hayatın içinde. ikisinin içinde... elinde tuttuğu dilim pizzadan kopmuştu ama biliyordu ki; ikisine de bu pizzayı güzel yapan şey içindeki o eriyen kaşar peynirleriydi.
yine başlamıştı saçmalamaya artık farkediyordu. öncekilerden tek farkı, bunun sevildiğini bilmesiydi...
hızlıca buruşturdu bu acemice aşk mektubunu. yeni birine başladı...
"klavyem çalışmıyor. - teşbih-i beliğ,lisede öğrenmişti ne olduğunu- sanki her tuş 'backspace' oluvermiş; yazmıyor da siliyor... ne yazsam görünmüyor. hayat da böyle görünüyor gözüme, boş bir sayfaya yazmaktan öte, bir dolu karalamadan güzel bir metin çıkarana kadar silmek, bu karışık sayfaya çeki düzen verebilmek... sendin bunu yapan..."
hayır bu da neydi böyle. zihninin hiç bu kadar rahat olduğunu fark etmemiş ve buna sevinmişti belki Fikret ama bu yazdığı da bir aşk mektubundan çok Platon'un mektuplarına benzemişti. Fakat bir önceki mektubun makus talihi gibi olmamıştı bunun ki, usulca katlayıp masasının kenarına koydu. bu fikirleri başka bir yerde lazım olacaktı, unutmamalıydı - nerde lazım olacaksa-.
denemeye devam...
"yalnızlık insanın sadece kendisi yaratıp kendisi çözebileceği bir denklemden ibarettir. sigara içmek ya da top koşturmak kadar doğaldır. önemli olan yalnızlığa neden olan bilinmeyenleri tespit edip, buna uygun kişiyi o an yanınızda bulabilmektir..."
"hayır!!" kafasını masaya vuruyordu artık sertçe. artçı şoklar halinde başlayan fakat şu an iyice şiddetlenen bir depremi andırıyordu bu kafa kırma çabası. aşk mektubu değildi yazması gereken! hayatını onunla paylaşmaktan büyük bir keyif alıyordu Fikret ve aşkı bir pizzanın üzerindeki kaşar peynirleri gibi eriyip gidiyordu bu hayatın içinde. ikisinin içinde... elinde tuttuğu dilim pizzadan kopmuştu ama biliyordu ki; ikisine de bu pizzayı güzel yapan şey içindeki o eriyen kaşar peynirleriydi.
yine başlamıştı saçmalamaya artık farkediyordu. öncekilerden tek farkı, bunun sevildiğini bilmesiydi...
28 Eylül 2009 Pazartesi
bölüm iki
Fikret'in yaşayan zihni emrediyordu vücuduna dayan diye. hep böyle yaşamıştı aslında. zihnindeki düşünceler hep sert emirler veriyordu. çevresinde değiştiremiyordu hiçbir şeyi. o zaman, vücuduna hükmetmeliydi büyük bir iradeyle.
aynanın karşısında çok oyalanmadı yine her zaman ki gibi. paslanmış kenarlarındaki belli belirsin koyu kahverengi işlemeler, aynanı yaşını söylüyordu ona. neredeyse aynı yaştaydılar. tıpkı kendi yüzündeki artık paslanmaya yüz tutmuş mimikler gibi ele veriyordu ayna da yaşını karşısındakilere. neredeyse bir solukluk bir zamanda aldı cüzdanını ve anahtarını masanın üstünden. çıktı. ısınma duygusunu unutalı çok olmuştu yaşadığı şehirde. çevresindeki insanlara hep kol kanat geren, koruyan ve ısıtan o sokaklar, onda hep üşüme hissi uyandırıyordu. belki de üşüme değil de yalnızlıktı bu his. nasılsa ikisi de aynıydı ona göre, pek bir fark göremiyordu aralarında. ikisinin de çözümü aynıydı. sınavlarda sayılarıyla oynanmış tuzak sorular gibi... çözüm yolları değişmeyecekti Fikret için... huzur dolu bir ninniden ibaretti cevap.
evinin yaklaşık 30 metre yakınındaki otobüs durağına doğru yürüyordu Fikret. ne hızlı ne yavaş fakat büyük adımlarla yaklaştı durağa. ister istemez süzmeye başlamıştı duraktakileri. işte kırmızı süveterli ve altın rengi kemeriyle, yaz sıcağında bile çizmeleriyle dolaşabilen hatunlardan bir tanesi. elindeki eskimiş pazar çantasıyla akşam ne yemek yapacağını ve de bu yemeği kocasına beğendirip beğendiremeyeceğini sezmeye çalışan orta yaşlı bir ev hanımı. parmakları son sürat sevdiceğine mesaj atan bir oğlan... elindeki defter kitap kalemlik kombinasyonuyla dershane ya da okula yetişmeye çalıştığı aceleci tavırlarından belli olan bir çocuk... işte başlamıştı Fikret yine o sevmediği alışkanlığına. başlamıştı kendinden başka herkese kusurlar bulmaya. bunu nereden öğrenmişti, nasıl edinmişti bilmiyordu. ona göre bu kesinlikle ailesinden gelebilecek bir mirastı. ona kalsa, kendi aklını sürekli açık kalan bir eleştiri ve kusur bulma makinası gibi kullanmazdı. demek ki ona kalmıyordu bu -bu sonuca çok daha önceleri varmıştı-. ne arkadaşları ne sevgilileri ne ailesi... hepsine söyleyecek bir sözü olan ama asıl hedefi kendi olması gereken bir zavallıydı kendi gözünde...
aynanın karşısında çok oyalanmadı yine her zaman ki gibi. paslanmış kenarlarındaki belli belirsin koyu kahverengi işlemeler, aynanı yaşını söylüyordu ona. neredeyse aynı yaştaydılar. tıpkı kendi yüzündeki artık paslanmaya yüz tutmuş mimikler gibi ele veriyordu ayna da yaşını karşısındakilere. neredeyse bir solukluk bir zamanda aldı cüzdanını ve anahtarını masanın üstünden. çıktı. ısınma duygusunu unutalı çok olmuştu yaşadığı şehirde. çevresindeki insanlara hep kol kanat geren, koruyan ve ısıtan o sokaklar, onda hep üşüme hissi uyandırıyordu. belki de üşüme değil de yalnızlıktı bu his. nasılsa ikisi de aynıydı ona göre, pek bir fark göremiyordu aralarında. ikisinin de çözümü aynıydı. sınavlarda sayılarıyla oynanmış tuzak sorular gibi... çözüm yolları değişmeyecekti Fikret için... huzur dolu bir ninniden ibaretti cevap.
evinin yaklaşık 30 metre yakınındaki otobüs durağına doğru yürüyordu Fikret. ne hızlı ne yavaş fakat büyük adımlarla yaklaştı durağa. ister istemez süzmeye başlamıştı duraktakileri. işte kırmızı süveterli ve altın rengi kemeriyle, yaz sıcağında bile çizmeleriyle dolaşabilen hatunlardan bir tanesi. elindeki eskimiş pazar çantasıyla akşam ne yemek yapacağını ve de bu yemeği kocasına beğendirip beğendiremeyeceğini sezmeye çalışan orta yaşlı bir ev hanımı. parmakları son sürat sevdiceğine mesaj atan bir oğlan... elindeki defter kitap kalemlik kombinasyonuyla dershane ya da okula yetişmeye çalıştığı aceleci tavırlarından belli olan bir çocuk... işte başlamıştı Fikret yine o sevmediği alışkanlığına. başlamıştı kendinden başka herkese kusurlar bulmaya. bunu nereden öğrenmişti, nasıl edinmişti bilmiyordu. ona göre bu kesinlikle ailesinden gelebilecek bir mirastı. ona kalsa, kendi aklını sürekli açık kalan bir eleştiri ve kusur bulma makinası gibi kullanmazdı. demek ki ona kalmıyordu bu -bu sonuca çok daha önceleri varmıştı-. ne arkadaşları ne sevgilileri ne ailesi... hepsine söyleyecek bir sözü olan ama asıl hedefi kendi olması gereken bir zavallıydı kendi gözünde...
bölüm bir-buçuk
işte karşısındaydı yine. eski tarz gözlükleriyle ve yokluğuna hiç denk gelmediği bıyıkları; tanımlıyordu babasını kısaca. ama o gün çok farklıydı. "Fikret" demişti ilk defa karşısına oturup. "Oğlum" demişti. Aslında bir çok kez demişti belki ama o an sanki ilk defaydı. kızıyordu yine. eskiden beri kızmıştı. ikinciliklerin yetmediği bir evdi çünkü yaşadığı. aslında başarısızlıklardır hayatta; başarıyı tanımlayabildiğimiz. ama o evde sayıca fazla olan başarıların 3 tanesi bile, bir başarısızlık etmiyordu. "ne kadar sorumsuzsun" demişti. ne olduğunu hiç bilememişti ki oğlunun. evet değişiklikler vardı Fikret'te ama o bunun farkına varamazdı. ne olduğunu da neye dönüştüğünü de bilmiyordu oğlunun. küçükken itfaiyeci olacaktı Fikret,böyle söylerdi hep. sonra avukat, cumhurbaşkanı... bu kadarını tanıyordu ancak oğlunun...
23 Eylül 2009 Çarşamba
söz-müzik
haklısın tabi. neden haklı olmayasın ki. sen beni düşünüyosun ben seni düşünüyorum. halbuki ilk başta da önce kendimizi düşünebilseydik keşke. ikimiz de mutlu olmaya çalışsaydık. oysa bilmiyor muyduk "bu dünya ne donkişot'a kaldı ne de romeo'ya". halbuki ne olurdu yel değirmenlerini sevmeseydik. ya da birer tren rayı olmasydık senle, bi sonraki durağın nerede ve ne zaman olduğunun bi anlam ifade etmediği iki ray.* ne olurdu şimdi dargın değilim diye şarkılar dinlemeseydik. ne olurdu birbirimize verecek cevaplarımız olabilseydi. veyahut yazacak şiirlerimiz. "üzgünüm gidenler için.. üzgünüm bitenler için... sadece çok üzgünüm... dargın değilim =)"
PS: hep sevmişimdir biri benden daha iyi anlatmışsa daha iyisini anlatmaya çalışmanın gereği yok. hem anlatmışlar işte hem de bestelemişler...
PS: hep sevmişimdir biri benden daha iyi anlatmışsa daha iyisini anlatmaya çalışmanın gereği yok. hem anlatmışlar işte hem de bestelemişler...
18 Eylül 2009 Cuma
bölüm1
bir ses duydu. ama bu duyduğu kesinlikle içinde bulunduğu ambulansın sireni değildi. sanırım başındaki belli belirsiz bir ağrı ve zonklamadan kaynaklanıyordu. hatta bunun bile farkında olmayabilirdi. yatıyordu sedyede, görüyor ama seçemiyor, duyuyor ama anlayamıyordu. en azından anlamayı seçmiyordu o an için... neyse ki en yakın iki arkadaşı onun aksine okullarını bitirmiş ve doktor olmuşlardı. işte yanındalardı o yeri göğü inlete inlete giden ambulansın içinde. birbirlerine birşeyler diyorlardı ama bu konuşmalar da Fikret'in anlama çizgisini aşamıyordu. bir kıpırtı farketti. daha iyi seçebildiği yüzlerde biraz gerginlik biraz da telaş vardı ama kesinlikle ne yaptıklarını iyi biliyorlardı. bunu düşünebildiğine göre demekki algısı düzeliyordu. yüzler yüz sesler ses oluveriyordu. ondan daha uzakta olan arkadaşı bir tuşa dokunmuştu. şimdi teninde bir soğukluk hissediyordu. heyecanlanmıştı. o çok sevdiği soğuk kış gecelerinin soğuk yatakları gibi değildi. yeni bir heyecandı demekki bu!!
arkadaşları Fikret'in kulaklarını kapatacak kadar uzamış olan saçlarını geriye taradılar, çok sakindiler. ellerindeki kulaklığı taktılar Fikret'in kulaklarına. -"kamyonlar kavun taşıyorlardı, ve Fikret hep O'nu düşünüyordu"-. irkilmiş hatta korkmuştu; çırpınıyordu, bir tuzaktan kurtulmak istercesine. bu rüyada bir terslik vardı...
gözlerini açtığında bangır bangır ötenin telefonu olduğunu farketti. Nokia 3210. -insanları geride bırakmayı sevse de eşyaları bırakamıyordu işte- telefonunun aksine yavaş hareketlerle, usulca uzanıp kapattı ne zaman kurduğunu bile hatırlamadığı alarmını. yatağın yan tarafından gelen belli belirsiz kıpırtıyla yüzünü sağa çevirdi. o yatakta doldurduğu boşluğa bile hayran kaldığı aşkına baktı. "gözlerini göremiyordu ama gülümsediğini tahmin edebiliyordu". sessizce öpüştüler; bir kaç dakikalık bir hayat öpücüğüydü bu ikisi içinde. Fikret hafifçe doğruldu yatakta. sağ kolunu sarsmamaya gayret ederek, solda telefonun yanında kalan sigara paketine doğru yine sessiz ama bu sefer daha atikçe bir hamle yaptı. boştu paket. gözü yerdeki sigaralara takıldı ama tanıyamadı; o an tanımak istemedi belki de. dikkatlice uğraşıldığı belli olan, beyaz kısımlarından katlanıp süngerleri yırtılarak yapılmış sigara-çiçeklerdi gördüğü. biraz dikkatini toplayarak 19 tane sayabildi. demekki romantik bir gece geçirmişlerdi. hafifçe gülümsedi, olanları hatırlayamasa da sevdiği zamanlardan biri olduğunu söylüyordu akşamdan kalma beyni ona. kafasını diğer yana çevirdi tekrar. yatak tamamdı. ama ne bir vücut ne de kapladığı bir boşluk vardı yerinde. gözlerini ovuşturdu. evet yoktu, yatak da boştu kafası gibi o an. sigaralara çevirdi kafasını. evet boş bir paket vardı ama yanında da yeni açılmış başka bir tane duruyordu demin farkedemediği. ve boşalmış sigara paketinin içindekilerin gece bir bira şişesini doldurmuş olduğunu da gördü saniyeler içinde.
demekki geç yatmıştı. öğlen vakti böyle peşpeşe rüyalar görüp uyanamamasının başka bir açıklaması olamazdı aksi takdirde.
yatağından kalktı. karşıdaki boy aynasına baktı ve boxerını tanıdığına sevindi bir an için. bu sefer gerçekti. bir sigara yaktı...
arkadaşları Fikret'in kulaklarını kapatacak kadar uzamış olan saçlarını geriye taradılar, çok sakindiler. ellerindeki kulaklığı taktılar Fikret'in kulaklarına. -"kamyonlar kavun taşıyorlardı, ve Fikret hep O'nu düşünüyordu"-. irkilmiş hatta korkmuştu; çırpınıyordu, bir tuzaktan kurtulmak istercesine. bu rüyada bir terslik vardı...
gözlerini açtığında bangır bangır ötenin telefonu olduğunu farketti. Nokia 3210. -insanları geride bırakmayı sevse de eşyaları bırakamıyordu işte- telefonunun aksine yavaş hareketlerle, usulca uzanıp kapattı ne zaman kurduğunu bile hatırlamadığı alarmını. yatağın yan tarafından gelen belli belirsiz kıpırtıyla yüzünü sağa çevirdi. o yatakta doldurduğu boşluğa bile hayran kaldığı aşkına baktı. "gözlerini göremiyordu ama gülümsediğini tahmin edebiliyordu". sessizce öpüştüler; bir kaç dakikalık bir hayat öpücüğüydü bu ikisi içinde. Fikret hafifçe doğruldu yatakta. sağ kolunu sarsmamaya gayret ederek, solda telefonun yanında kalan sigara paketine doğru yine sessiz ama bu sefer daha atikçe bir hamle yaptı. boştu paket. gözü yerdeki sigaralara takıldı ama tanıyamadı; o an tanımak istemedi belki de. dikkatlice uğraşıldığı belli olan, beyaz kısımlarından katlanıp süngerleri yırtılarak yapılmış sigara-çiçeklerdi gördüğü. biraz dikkatini toplayarak 19 tane sayabildi. demekki romantik bir gece geçirmişlerdi. hafifçe gülümsedi, olanları hatırlayamasa da sevdiği zamanlardan biri olduğunu söylüyordu akşamdan kalma beyni ona. kafasını diğer yana çevirdi tekrar. yatak tamamdı. ama ne bir vücut ne de kapladığı bir boşluk vardı yerinde. gözlerini ovuşturdu. evet yoktu, yatak da boştu kafası gibi o an. sigaralara çevirdi kafasını. evet boş bir paket vardı ama yanında da yeni açılmış başka bir tane duruyordu demin farkedemediği. ve boşalmış sigara paketinin içindekilerin gece bir bira şişesini doldurmuş olduğunu da gördü saniyeler içinde.
demekki geç yatmıştı. öğlen vakti böyle peşpeşe rüyalar görüp uyanamamasının başka bir açıklaması olamazdı aksi takdirde.
yatağından kalktı. karşıdaki boy aynasına baktı ve boxerını tanıdığına sevindi bir an için. bu sefer gerçekti. bir sigara yaktı...
saçmaca
moralim bozuk... neden bilmiyorum. bir kaç sebep olabilir. mesela sabah bana hamburgerlerindeki kampanyayı anlatmak için mesaj atan fastfood şirketi ya da bir heyecanla yatağımdan fırlayıp umduğunu bulamayan aptal kafam. ve bu sayade gergin başlayan bir gün. içimin içime sığamaması da cabası. son sürat hayal kurup aynı hızda yıkmaya başlayan bir bünye. ve yine aynı hızda yediklerini yakan aynı bünye... ve gece artık yorgun düşmüş, hala morali bozuk olan ben.
dünyanın yuvarlak olduğunu gemilerin dumanından anladığımızı söylerdi eskiden hocalar. önce dumanlar görünürmüş. ben de bakakaldım bir dumana... baktıkça bakıyorum... dünya yuvarlaksa eğer mutlaka bir gemi gelmeli bu dumanın arkasından... ya da ben öyle bir dünyadayım ki galileo'nun yaşadığıyla aynı dünya değil bu.
evet saçmaca demiştim. sadece bi kaç saat geçti bu saçma yazıyı yazdığımdan beri...
şu an neden bilmiyorum ama yazamıyorum. belki yerimi beğenemedim otururken. belki yorgunum. belki başka bişi bilmiyorum. je t'aime diyor kulaklarımda bir ses... gece uzun gibime geldi. neyse. bilmiyorum. yok ki. şu an en azından. söyleyecek bişi. lara fabian söylesin işte yerime. devam ediyor hala. je t'aime... comme un loup, comme un roi,comme un homme que je ne suis pastu vois, je t'aime comme ça...
dünyanın yuvarlak olduğunu gemilerin dumanından anladığımızı söylerdi eskiden hocalar. önce dumanlar görünürmüş. ben de bakakaldım bir dumana... baktıkça bakıyorum... dünya yuvarlaksa eğer mutlaka bir gemi gelmeli bu dumanın arkasından... ya da ben öyle bir dünyadayım ki galileo'nun yaşadığıyla aynı dünya değil bu.
evet saçmaca demiştim. sadece bi kaç saat geçti bu saçma yazıyı yazdığımdan beri...
şu an neden bilmiyorum ama yazamıyorum. belki yerimi beğenemedim otururken. belki yorgunum. belki başka bişi bilmiyorum. je t'aime diyor kulaklarımda bir ses... gece uzun gibime geldi. neyse. bilmiyorum. yok ki. şu an en azından. söyleyecek bişi. lara fabian söylesin işte yerime. devam ediyor hala. je t'aime... comme un loup, comme un roi,comme un homme que je ne suis pastu vois, je t'aime comme ça...
6 Eylül 2009 Pazar
kısaca
hayatım bir süredir durgun. geniş zamanlarım oldu düşünmek için. şimdi sanacaksınız ki çok ciddi şeyler düşündüm, okulumu mesela ya da ailemi ya da geleceğimi... hayır. ben aksine yıldızların ne kadar da güzel göründüklerini düşündüm gece karanlıkta gökyüzüne baktığımda. dolunayın ne kadar parlak olduğunu, yollar ıssızken adımlarımın ne kadar da melodik olduğunu düşündüm... bisiklet sürmenin rüzgar olmak gibi hissettirdiğini düşündüm... biranın soğuk değil de içimin ne kadar sıcak olduğunu, rüzgar güllerinin her gün ne kadar yorulduklarını, bahçedeki çiçeklerin geceleri ne kadar üşüdüğünü düşündüm... hatta evimizin önündeki sokak lambasının ne kadar yalnız olduğunu düşündüm... kısacası hep seni düşündüm...
13 Ağustos 2009 Perşembe
siper
en sevdiğim çalıyor yine, ben yoruldum pianonun başında, bilgisayara bıraktım, hem o daha iyi chopin yorumluyor. çok uğraştım ama umarım bu sefer başarılı olur... her şeyin güzel gittiğini düşündüğünüz anlarda, bir anda moralinizi sıfırlayan bir şey kıskançlık ve evet ben de unutmaya çalışıyorum kafamda kurduğum bu farazi düşünceleri. bu yüzden oturdum pianonun başına ve bu yüzden kalktım. hem vücudum da benden yana değil bugün. o da şaşırmış damarlarımda alkol değil de kafein dolaştığından. o yüzden tek başıma kaldım bu cephede. şu an uykuda düşman biliyorum. beni bekliyor. uykumun gelmesini ve iyice zayıf düşmemi bekliyor.
ben dolunayı güneş yaptım kendime, ayın evrelerini de sabahımın habercisi. akşam diğer insanların güneşi gittiğinde bulmaya başlıyorum kendimi. insanlar genelde karanlıkta birşeyler sakladıklarından kendilerini iyi hissederler. kimisi yüzünü saklar kimisi iç yüzünü. bense eksikliklerimi değil kabiliyetlerimi saklıyorum dış dünyadan. ne zaman kazanmaya oynasam karşımdaki hep kaybetti. ne zaman kazanmaya oynasam başkasına zarar verdim. bıraktım kazanmaya çalışmayı. ben kazanırken başkalarını incitmemeliydim. bu yüzden saklıyorum kendimi. kötü değil aksine iyi olduğum için.
şimdi biliyorum ki düşman yaklaşmaya başlıyor yeniden. hissediyorum. ve korkuyorum ona karşı savaşmaktan. biliyorum istersem kazanırım, galip gelmek çocuk oyuncağı. ama ben büyüdüğümü hissediyorum artık. ve korkuyorum yine üzeceğim belki birini. ben kazanırken yine birisi kaybedecek. yine birilerini kaybedeceğim bu uğurda. hayır değmeyecek yine kazandığıma biliyorum. savaşmayacağım. teslim olacağım. yenileceğim, karar verdim buna. galipken çekilen acılar daha zorlu olacak biliyorum. kaybedip de çekmeliyim acımı. kaybederek bulmalıyım kendimi...
yıllar geçti, hala umutluyum. bugün kıskançlık kazanacak biliyorum. yarın belki başka bir şey ya da başka biri. ama umutluyum dedim ya. kaybedeceğim inadına...
ben dolunayı güneş yaptım kendime, ayın evrelerini de sabahımın habercisi. akşam diğer insanların güneşi gittiğinde bulmaya başlıyorum kendimi. insanlar genelde karanlıkta birşeyler sakladıklarından kendilerini iyi hissederler. kimisi yüzünü saklar kimisi iç yüzünü. bense eksikliklerimi değil kabiliyetlerimi saklıyorum dış dünyadan. ne zaman kazanmaya oynasam karşımdaki hep kaybetti. ne zaman kazanmaya oynasam başkasına zarar verdim. bıraktım kazanmaya çalışmayı. ben kazanırken başkalarını incitmemeliydim. bu yüzden saklıyorum kendimi. kötü değil aksine iyi olduğum için.
şimdi biliyorum ki düşman yaklaşmaya başlıyor yeniden. hissediyorum. ve korkuyorum ona karşı savaşmaktan. biliyorum istersem kazanırım, galip gelmek çocuk oyuncağı. ama ben büyüdüğümü hissediyorum artık. ve korkuyorum yine üzeceğim belki birini. ben kazanırken yine birisi kaybedecek. yine birilerini kaybedeceğim bu uğurda. hayır değmeyecek yine kazandığıma biliyorum. savaşmayacağım. teslim olacağım. yenileceğim, karar verdim buna. galipken çekilen acılar daha zorlu olacak biliyorum. kaybedip de çekmeliyim acımı. kaybederek bulmalıyım kendimi...
yıllar geçti, hala umutluyum. bugün kıskançlık kazanacak biliyorum. yarın belki başka bir şey ya da başka biri. ama umutluyum dedim ya. kaybedeceğim inadına...
12 Ağustos 2009 Çarşamba
anı
şarkıda böyle diyor,yoksa ben uydurmadım bunu; "o senin bir anının, benim ömrüm olduğunu..." diye. üfff anlaşılan yine uyku tutmicak, bi süredir olduğu gibi. ve eski yeni bir çok anı gözümün önüne gelecek genelde acı olanlarıyla. mesela... para çekmek için çıkmıştım ya da fatura yatırmak için bilmiyorum- sanırsam 1yıldan biraz fazla oluyor-. ziraat bankası'nın önüydü. sıra beklerken babamı aramaya karar verdim. hem sıra geçecekti hem de öyle işte neden bilmiyorum aramak geldi içimden. genelin aksine iyi bir konuşma geçiyordu. kızgınlık ya da sitemler azdı o gün,şansıma. elimde telefon bankanın dışında dolanırken farkettim camlardan görüntümün yansıdığını. ve asıl farkettiğim daha da acı birşeydi. sanırım 1,5 aydır hiç aynaya bakmamıştım. yüzümü unutmuştum. sakallarım iyice uzamıştı, yeni kestirdiğim saçlarım - evet o ilk kestirdiğim zamandı- artık yavaş yavaş kıvrılıyorlardı. mümkün müydü kendimi unutmam bu kadar? aslında soru saçma oldu demek ki mümkünmüş baksanıza. o gün aklıma her geldiğinde düşünüyorum, başka birini sevmek -aşık olmak bu bahsettiğim=) - neden hep kendimi unutturuyordu bana? ben bile kendimi hatırlamazken başkalarının beni hatırlamasını nasıl bekliyordum bilmiyorum. ve en acısı da belki başkalarının da bunun farkında olamaması. ben olsam kesin anlardım bendeki bu unutmuşluğu diyorum hep. anlardım ve düşünürdüm. anlardım ve sorardım... en önemlisi de şunun farkına varırdım eğer o zamanlar başka biri olup bunu görebilseydim... beni böyle mahveden tek şey bu değil mi?
11 Ağustos 2009 Salı
zor
oturuyorduk yine. üstümüzden o saçma yükü atmaya çalışıyorduk. evet bendim hatalı olan,bunu ben yaptım. bana ağır gelmişti belki sana da yıktım,ya da belki beraber bir ev oluruz diye düşünmüştüm - yok yok ikincisi- . ben artık içmicem dedikçe daha çok sigara yaktığımı farkettim. aslında hiç birşey yapasım yoktu. sadece biri olasım vardı. kötü arkadaşlıklar kurmayan bir insan olmak istiyordum,ki en yakın arkadaşlarım -sadece dumanı tüten o uzun çubuk ve köpüğüyle karşımda sürekli seni kızdıran soğuk ve büyük bardak- ağızları olsaydı bana çok kızarlardı bunu söylediğim için. artık kelimelerle değil tabağımızdakilerle iletişir olmuştuk. susalım diyorduk adeta birbirimize. sonra kalktık. yürüdük, yürüdük, yürüdük... ayaklarım çok uzadı bu yürüyüş dedikçe beynim karşı çıkıyordu daha yeni kalkmadık mı diye? beğenmediğimiz neydi o sıra. ya çok fazla beraber olmak istiyorduk ya da çok fazla beraber olmamak. buna karar veremiyorduk oturup kalktıkça; sürekli ordan oraya gittikçe.
ve zaman geliyordu. zamanı korkarak da olsa saçlarına ellerimi götürerek öğreniyordum; ordan okuyordum yine ellerimle. ve bana sarılan sen, adeta sabahları bir kaç kere ertelemek üzere kurduğum çalar saatimin görevini çalmıştın o sıra. ertelemek için ellerini tutuyordum her seferinde, ne kadar kaçmasa da ellerin ikimiz de biliyorduk ki uyanma vakti yaklaşıyordu. son kez yudumladığımız biralardan mıydı bu sarhoşluk, yoksa bu uyanmak istemediğim rüyadan mı bilemedim.
işte geldi vakti. uyku mahmurluğuydu sanki üzerimdeki bu salaklık hali. çok uyuduğumu düşünmemiştim ki hep öyle gelmez mi insanlara? güzel rüyalar, rahat uykular hep az gelir gözümüze. çocukken yapılan o aptal şakalar şimdi çok gerçekçi geliyordu, ellerini ellerime yapıştırmak istedim 404le belki bi ihtimal ayrılamayızdı... ... ... ... ... ... ayrıldık işte. artık çok özlemeyip çok unutma vaktiydi bana kalan ve boş vakitlerimde de hayatıma devam edebilirdim belki -umarım çok fazla boş vaktim kalmazdı- . o 4 tekerlekli canavarın beni yutmasına izin verdim sonra. önce o canavar yuttu sonra onu uzun bir yol ve onu da kocaman bir şehir. o eski tekerleme gibi aynı; ağaç nerde? balta kesti, balta nerde? suya düştü.... hani şu sonunda ağacın yanıp bitip kül olduğu var ya..?
ve zaman geliyordu. zamanı korkarak da olsa saçlarına ellerimi götürerek öğreniyordum; ordan okuyordum yine ellerimle. ve bana sarılan sen, adeta sabahları bir kaç kere ertelemek üzere kurduğum çalar saatimin görevini çalmıştın o sıra. ertelemek için ellerini tutuyordum her seferinde, ne kadar kaçmasa da ellerin ikimiz de biliyorduk ki uyanma vakti yaklaşıyordu. son kez yudumladığımız biralardan mıydı bu sarhoşluk, yoksa bu uyanmak istemediğim rüyadan mı bilemedim.
işte geldi vakti. uyku mahmurluğuydu sanki üzerimdeki bu salaklık hali. çok uyuduğumu düşünmemiştim ki hep öyle gelmez mi insanlara? güzel rüyalar, rahat uykular hep az gelir gözümüze. çocukken yapılan o aptal şakalar şimdi çok gerçekçi geliyordu, ellerini ellerime yapıştırmak istedim 404le belki bi ihtimal ayrılamayızdı... ... ... ... ... ... ayrıldık işte. artık çok özlemeyip çok unutma vaktiydi bana kalan ve boş vakitlerimde de hayatıma devam edebilirdim belki -umarım çok fazla boş vaktim kalmazdı- . o 4 tekerlekli canavarın beni yutmasına izin verdim sonra. önce o canavar yuttu sonra onu uzun bir yol ve onu da kocaman bir şehir. o eski tekerleme gibi aynı; ağaç nerde? balta kesti, balta nerde? suya düştü.... hani şu sonunda ağacın yanıp bitip kül olduğu var ya..?
10 Ağustos 2009 Pazartesi
geldim.
kime karşı ki bu kin,bu nefret? neyin acısını çıkartıyorum ki? insan olmanın zorluğu bu mu, istediğimizde bırakıp atamıyor muyuz kuyruğumuzu bir kertenkele gibi? ve yaşıyoruz bu kuyruk acısıyla...
ellerim gezemiyor çıplak vücudunda. sen değilsin soğuk olan benim. sana ait değil o eller bana da ait değil. hatırlıyorum daha dün başka bir eli tuttuklarında çok sıcak olan ellerimi. anımsıyorum bana hissettirdiklerini. eğer ortaokulda filan olsaydım belki hiç yıkamamak bile isterdim. şimdi ne haldesiniz...
ya da şu tat almayan dudaklarım.
ve bedenim sanki dün bir mengenedeydiler, ama sıkıldıkça daha fazlasını isteyen ondan kopamayan bir mengene,bir vücut...
ona baktıkça gülen yüzüm gülmüyor şu an. kimseye de bakası yok neden bilmiyorum.
ve kalbim o an ki gibi atmıyor... uzun zamandır kaybettiği heyecandı belki o bulduğu ama şu an ağlıyor kaybettiği için...
"ve aklım her zamankinden de çok çalışıyor,sorası geliyor herşeyi. bak sorası dedim sorgulayası değil. öğrendi çünkü sorguladıkça daha çok boka battığını. ya da öğrenmedi de numara yapıyo çakal!! çünkü hala merak ediyor o burnundaki sivilce ne oldu. ya da saçların hala jölesiz şekil almıyor mu? ya da ne bileyim işte..."
ya da bu sabah yine o erken saatte mi uyanacaksın? ya da karşımda mı? yok yok karşımda değil bunu biliyorum... bilmesem ya...
ellerim gezemiyor çıplak vücudunda. sen değilsin soğuk olan benim. sana ait değil o eller bana da ait değil. hatırlıyorum daha dün başka bir eli tuttuklarında çok sıcak olan ellerimi. anımsıyorum bana hissettirdiklerini. eğer ortaokulda filan olsaydım belki hiç yıkamamak bile isterdim. şimdi ne haldesiniz...
ya da şu tat almayan dudaklarım.
ve bedenim sanki dün bir mengenedeydiler, ama sıkıldıkça daha fazlasını isteyen ondan kopamayan bir mengene,bir vücut...
ona baktıkça gülen yüzüm gülmüyor şu an. kimseye de bakası yok neden bilmiyorum.
ve kalbim o an ki gibi atmıyor... uzun zamandır kaybettiği heyecandı belki o bulduğu ama şu an ağlıyor kaybettiği için...
"ve aklım her zamankinden de çok çalışıyor,sorası geliyor herşeyi. bak sorası dedim sorgulayası değil. öğrendi çünkü sorguladıkça daha çok boka battığını. ya da öğrenmedi de numara yapıyo çakal!! çünkü hala merak ediyor o burnundaki sivilce ne oldu. ya da saçların hala jölesiz şekil almıyor mu? ya da ne bileyim işte..."
ya da bu sabah yine o erken saatte mi uyanacaksın? ya da karşımda mı? yok yok karşımda değil bunu biliyorum... bilmesem ya...
jeff abi ve şarkısı.
sizi bilmem ama ben hep şarkıların bana yazıldığına inanmışımdır. küçüklüğümden beri, hep bir anımı bir olayımı anlatır bütün şarkılar,zaten öyle olmayanları da dinlemem sanırım. şimdi bir tane buldum sanırsam!! her ne kadar bana ait olmasa da bu şarkı playlistin saatlerce tek başına çalma adayı şu sıralar kendisi. neden böyle bilmiyorum? belki çok deliyim, belki demin evime gelirken karşı kaldırımda gördüğüm "düş perisi xxx seni çok seviyorum" şeklindeki duvar yazısından öteye de gidememiştir aşkımız ama bildiğim tek şey buna mecbur olarak ve kendini telkin ederek saatlerimi geçirmek bu şarkının başında... bana ait olmadığını bile bile... o zaman işte geliyor
Jeff Buckley- forget her....
"...don't fool yourself
she was heartache from the moment that you met her
my heart feels so still
as i try to find the will to forget her somehow
oh i think i've forgotten her now..."
Jeff Buckley- forget her....
"...don't fool yourself
she was heartache from the moment that you met her
my heart feels so still
as i try to find the will to forget her somehow
oh i think i've forgotten her now..."
köle-kral
Sanırım hepimiz mutluluğun kölesiyiz. Paranın filan değil. Mutlu olabilmek için – ne kadar küçük ya da büyük olursa olsun- ne cesurluk kalıyor bizde ne de dostluk ne de başka bir şey. Harcıyoruz ne var ne yok. Aklımıza bile gelmiyor bazen. Bazen dürüstlük denilen maskeye sığınıyoruz. Dürüstüz güya hatta cesuruz da. Doğruları söylediğimizde acı çekeceğimizi filan sanıyoruz – ki bu da diyeti bize göre- ama farkındayız ki o acıları içimizde saklamaktan kaçıyoruz çoğu zaman. Biliyoruz aslında her ayrıntıyı. Biz düşünmezken bile çalışıyoruz beynimiz o küçük ayrıntıları hesaplamak için. Ama biz beynimizi bunları saklayabilmek için kullanıyoruz. Yine kendi içimizde olan aklımızda yine aynı aklı kullanarak saklanmak. Ne zekiyiz ama!!! Ve sonunda tesadüfler belki bizi hala mutlu edebiliyor. Tesadüfler belki iki kişini ortak mutluluğu, bu çıkarların kesişmesi yüzünden hala hayattayız. Mutluyuz(!).
Düşünmeden edemiyorum acaba karşımızdaki hiç gerçekten düşündük mü? Kolaya kaçıp üstünkörü bir cevapla “ eh tabii ki” diyebiliyoruz belki ama? Ya öyle değilse? Ya da asıl soru şimdi geliyor; karşımızdakini düşünerek mutlu olamıyor muyuz? Mutlu olamaz mıyız belki de asıl doğrusu? Gerçekten de hiç çıkarımız olmadan bir fedakarlık yapar mıydık, ya da dürüst olduğumuzda işin arkasındaki korkaklık ve mutlu olma arzusunu yendiğimiz olmuş mudur hiç? Oldu mu?
ikiyüzlü bir cesaret bizimkisi,ikiyüzlü bir fedakarlık... ikiyüzlüyüz... ama karar verdim ben,sonradan, olmayacağım ben, ikiyüzlü..!!!
Düşünmeden edemiyorum acaba karşımızdaki hiç gerçekten düşündük mü? Kolaya kaçıp üstünkörü bir cevapla “ eh tabii ki” diyebiliyoruz belki ama? Ya öyle değilse? Ya da asıl soru şimdi geliyor; karşımızdakini düşünerek mutlu olamıyor muyuz? Mutlu olamaz mıyız belki de asıl doğrusu? Gerçekten de hiç çıkarımız olmadan bir fedakarlık yapar mıydık, ya da dürüst olduğumuzda işin arkasındaki korkaklık ve mutlu olma arzusunu yendiğimiz olmuş mudur hiç? Oldu mu?
ikiyüzlü bir cesaret bizimkisi,ikiyüzlü bir fedakarlık... ikiyüzlüyüz... ama karar verdim ben,sonradan, olmayacağım ben, ikiyüzlü..!!!
kaçış.
"...Belki de anlatmalıyım diye düşündüm,babama. Onların istedikleri gibi bir adam olamayacağımı, değil bir adam, yanlarında kaldığım takdirde bir insan olarak yaşayamayacağımı anladığım için ve benim zavallılığımı, işsizliğimi her gördüklerinde kahrolacaklarına, yok olduğum için bir defaya mahsus kahrolmalarını tercih ettiğimi söylemeyi düşündüm. Bu, genel olarak, evden kaçış nedenimdi. Okulunu bitiremeyecek, askerde büyük sorunlar yaşayacak, kalabalık içinde yatıp kalkamadığı için her gün ya dövecek ya dövülecek, evlenemeyecek, hiçbir işte çalışamayacak, düşüncelerinin hiçbiri gerçekleşmediği için alkole gömülecek bir insan olacağımdan emin olduğum için ve ailemin böyle bir evladın varlığına yapacakları tanıklığın yaratacağı acı sonsuz olacağı için ortadan kaybolmuştum..."
Hakan Günday
şimdilik bir devamı yok bunun... bilmiyorum kayra mıyım kinyas mı?
Hakan Günday
şimdilik bir devamı yok bunun... bilmiyorum kayra mıyım kinyas mı?
nokta.
...Bu doğru. Belki de uygarlık dışı davranıyorum. Özür dilerim. Ama bence sana ne oluyor, söyleyeyim. Yalnızsın ve zihnin karmakarışık. Birinin sana sarılıp seni avutmasını istiyorsun. Batı kültüründen geldiğin için bunu nasıl isteyeceğini bilemiyorsun. Bu yüzden pazarlığa girişiyor, sarılmaya karşılık seks vermeyi kabul ediyorsun. Batılı kadınlar hep yapar bunu. Çünkü karşısında yalnızca Batılı erkekleri bulabilir. Onların da sosyal ilişki kavramları kısırdır. İlle de seks isterler...
Trevanian...
Trevanian...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)