amfi çok kalabalık değildi ve normalin aksine şarkı mırıldanamıyordu o derste Fikret. ince, uzun boylu hocası aynı incelikte ve rahatsız edici ses tonuyla bir şeylerden bahsediyordu. dinleyesi yoktu yine o dersi de. bu konuda pek yetenekli olmasa da, derslerde çizdiği karikatürlerle, kendini geliştireceğine inanıyordu. bu sefer fantastik öğeler değildi konusu;iki sıra önünde, biraz çaprazında kalan kızı izlemeye başladı. yeterli gözlemi yaptığına inandığında - 2 saniye kadar sürdü- çizmeye başladı. nasılsa bir gün portre çalışmaya da başlaması gerekecekti. çok düzgün olmayan, hatta kötü denebilecek birkaç çizgiden sonra, defterindeki karalamayı kızdan çok aragorna benzetti. artık elinden geleni yapmıştı fakat başarılı olamamıştı o ders vaktini geçirmekte. tahtaya göz attı:
"Newton's Laws of Motion"
ve yazmaya başladı;
"Hayatta Mutlu Olabilmek..."
gözleri tekrar tahtadaydı;
1) A body remains at rest or continue to move on a straight path with uniform speed if there is no unbalanced force on it.
ve defterde:
"1) insan eğer hayatına yeni insanlar almaz yada varolan insanlarla iletişime geçmezse,o an sürdürdüğü hayatı yaşamaya mahkumdur. her ne kadar yalnız olmayı istemese de, bundan tek başına kurtulmasının da imkanı yoktur!"
tamamdı işte, bulmuştu eğlencesini. devam etti okumaya:
2)F=m . a
ardından zihninde bir şimşek çakmışçasına aldı tekrar eline kalemini:
"2) hayatımıza yeni insanlar yada yeni faaliyetler ekleme hızımız, aynı şekilde yaşantımızın hızını da belirler. fakat önemli olan bu yaşantının hızlı yada yavaş olması değil, onu durgunluktan kurtarabilmektir"
bir anda derse katılmıştı ama amfideki diğer öğrenciler gibi değildi. bunu yalnızca kendisi anlamış olsa da, yine de dersin bir kıyısından alakalı olabilmesi ayrı bir sevinç getirmişti. devam etti;
3) action-reaction principle. there is no force without a reaction.
bu en kolayıydı. ama acele davranıp da tuzağa düşmemeliydi. biraz soluklanıp düşünmeye başladı. ne zaman yazmaya başladığını fark etmedi bile:
"3) hayatta yaptığımız her iş bir sonuca sebep olur. bu sonuçlar aynı büyüklükte ve ters yöndedir. ayrıca bu sonuçlar içsel olup, hemen fark edilmeyebilirler. ama yaptığımız her iyiliğin, biz görmesek de, aynı oranda bir karşılığı vardır karşı tarafta."
mutlu ve kendinden emin bir sırıtışla baktı yazdıklarına. artık bu şaheserinin altına imzasını atması gerektiğini düşündü ve kağıdın altındaki boş kısma yöneldi. önce bir kalp çizdi ve bir ok peşine.
iki harfi düzgünce yerleştirdi...
ders arasıydı artık...
30 Eylül 2009 Çarşamba
ek-1
"su gibisin. ne kadar duru olduğunu görebilmek için içmeye gerek yoktur sudan. baktığında anlar insan. ve güneş gibi... ısınmak için var olman yeterli, ne çıkar ki yanı başımda olmasan. temiz dağ havasısın içime çektiğim. ne kadar kirletse de insan arada ister istemez, her zaman seni soluyacak kadar çoksun. hatta "efsane gazoz" gibi... her yemeği daha da zevkli ve lezzetli hale getiren... okul çıkışlarında satılan "meybuz" belki de. hem kaçamak bir telaş var içimde hem de tutku. hiçbir zaman biriktiremediğim ilkokul harçlıklarımsın hep hayalini kurduğum..."
-Fikret'in gönderilmemiş mektuplarından-
-Fikret'in gönderilmemiş mektuplarından-
29 Eylül 2009 Salı
2buçuktan hallice
"şu an saat sabahın 4'ü. içimden gelen tek şey sana sarılmak. sana sarılmak ve ağlamak, gülmek, ağlamak, gülmek... karar verememek. sabah güneş doğana kadar bu kararsızlıkta uyuyakalabilmek. ve sonra güneşin doğuşunu, pencereden, uzak bir köşeden değil; aksine tam karşısından izlemek, gözlerinden..."
hızlıca buruşturdu bu acemice aşk mektubunu. yeni birine başladı...
"klavyem çalışmıyor. - teşbih-i beliğ,lisede öğrenmişti ne olduğunu- sanki her tuş 'backspace' oluvermiş; yazmıyor da siliyor... ne yazsam görünmüyor. hayat da böyle görünüyor gözüme, boş bir sayfaya yazmaktan öte, bir dolu karalamadan güzel bir metin çıkarana kadar silmek, bu karışık sayfaya çeki düzen verebilmek... sendin bunu yapan..."
hayır bu da neydi böyle. zihninin hiç bu kadar rahat olduğunu fark etmemiş ve buna sevinmişti belki Fikret ama bu yazdığı da bir aşk mektubundan çok Platon'un mektuplarına benzemişti. Fakat bir önceki mektubun makus talihi gibi olmamıştı bunun ki, usulca katlayıp masasının kenarına koydu. bu fikirleri başka bir yerde lazım olacaktı, unutmamalıydı - nerde lazım olacaksa-.
denemeye devam...
"yalnızlık insanın sadece kendisi yaratıp kendisi çözebileceği bir denklemden ibarettir. sigara içmek ya da top koşturmak kadar doğaldır. önemli olan yalnızlığa neden olan bilinmeyenleri tespit edip, buna uygun kişiyi o an yanınızda bulabilmektir..."
"hayır!!" kafasını masaya vuruyordu artık sertçe. artçı şoklar halinde başlayan fakat şu an iyice şiddetlenen bir depremi andırıyordu bu kafa kırma çabası. aşk mektubu değildi yazması gereken! hayatını onunla paylaşmaktan büyük bir keyif alıyordu Fikret ve aşkı bir pizzanın üzerindeki kaşar peynirleri gibi eriyip gidiyordu bu hayatın içinde. ikisinin içinde... elinde tuttuğu dilim pizzadan kopmuştu ama biliyordu ki; ikisine de bu pizzayı güzel yapan şey içindeki o eriyen kaşar peynirleriydi.
yine başlamıştı saçmalamaya artık farkediyordu. öncekilerden tek farkı, bunun sevildiğini bilmesiydi...
hızlıca buruşturdu bu acemice aşk mektubunu. yeni birine başladı...
"klavyem çalışmıyor. - teşbih-i beliğ,lisede öğrenmişti ne olduğunu- sanki her tuş 'backspace' oluvermiş; yazmıyor da siliyor... ne yazsam görünmüyor. hayat da böyle görünüyor gözüme, boş bir sayfaya yazmaktan öte, bir dolu karalamadan güzel bir metin çıkarana kadar silmek, bu karışık sayfaya çeki düzen verebilmek... sendin bunu yapan..."
hayır bu da neydi böyle. zihninin hiç bu kadar rahat olduğunu fark etmemiş ve buna sevinmişti belki Fikret ama bu yazdığı da bir aşk mektubundan çok Platon'un mektuplarına benzemişti. Fakat bir önceki mektubun makus talihi gibi olmamıştı bunun ki, usulca katlayıp masasının kenarına koydu. bu fikirleri başka bir yerde lazım olacaktı, unutmamalıydı - nerde lazım olacaksa-.
denemeye devam...
"yalnızlık insanın sadece kendisi yaratıp kendisi çözebileceği bir denklemden ibarettir. sigara içmek ya da top koşturmak kadar doğaldır. önemli olan yalnızlığa neden olan bilinmeyenleri tespit edip, buna uygun kişiyi o an yanınızda bulabilmektir..."
"hayır!!" kafasını masaya vuruyordu artık sertçe. artçı şoklar halinde başlayan fakat şu an iyice şiddetlenen bir depremi andırıyordu bu kafa kırma çabası. aşk mektubu değildi yazması gereken! hayatını onunla paylaşmaktan büyük bir keyif alıyordu Fikret ve aşkı bir pizzanın üzerindeki kaşar peynirleri gibi eriyip gidiyordu bu hayatın içinde. ikisinin içinde... elinde tuttuğu dilim pizzadan kopmuştu ama biliyordu ki; ikisine de bu pizzayı güzel yapan şey içindeki o eriyen kaşar peynirleriydi.
yine başlamıştı saçmalamaya artık farkediyordu. öncekilerden tek farkı, bunun sevildiğini bilmesiydi...
28 Eylül 2009 Pazartesi
bölüm iki
Fikret'in yaşayan zihni emrediyordu vücuduna dayan diye. hep böyle yaşamıştı aslında. zihnindeki düşünceler hep sert emirler veriyordu. çevresinde değiştiremiyordu hiçbir şeyi. o zaman, vücuduna hükmetmeliydi büyük bir iradeyle.
aynanın karşısında çok oyalanmadı yine her zaman ki gibi. paslanmış kenarlarındaki belli belirsin koyu kahverengi işlemeler, aynanı yaşını söylüyordu ona. neredeyse aynı yaştaydılar. tıpkı kendi yüzündeki artık paslanmaya yüz tutmuş mimikler gibi ele veriyordu ayna da yaşını karşısındakilere. neredeyse bir solukluk bir zamanda aldı cüzdanını ve anahtarını masanın üstünden. çıktı. ısınma duygusunu unutalı çok olmuştu yaşadığı şehirde. çevresindeki insanlara hep kol kanat geren, koruyan ve ısıtan o sokaklar, onda hep üşüme hissi uyandırıyordu. belki de üşüme değil de yalnızlıktı bu his. nasılsa ikisi de aynıydı ona göre, pek bir fark göremiyordu aralarında. ikisinin de çözümü aynıydı. sınavlarda sayılarıyla oynanmış tuzak sorular gibi... çözüm yolları değişmeyecekti Fikret için... huzur dolu bir ninniden ibaretti cevap.
evinin yaklaşık 30 metre yakınındaki otobüs durağına doğru yürüyordu Fikret. ne hızlı ne yavaş fakat büyük adımlarla yaklaştı durağa. ister istemez süzmeye başlamıştı duraktakileri. işte kırmızı süveterli ve altın rengi kemeriyle, yaz sıcağında bile çizmeleriyle dolaşabilen hatunlardan bir tanesi. elindeki eskimiş pazar çantasıyla akşam ne yemek yapacağını ve de bu yemeği kocasına beğendirip beğendiremeyeceğini sezmeye çalışan orta yaşlı bir ev hanımı. parmakları son sürat sevdiceğine mesaj atan bir oğlan... elindeki defter kitap kalemlik kombinasyonuyla dershane ya da okula yetişmeye çalıştığı aceleci tavırlarından belli olan bir çocuk... işte başlamıştı Fikret yine o sevmediği alışkanlığına. başlamıştı kendinden başka herkese kusurlar bulmaya. bunu nereden öğrenmişti, nasıl edinmişti bilmiyordu. ona göre bu kesinlikle ailesinden gelebilecek bir mirastı. ona kalsa, kendi aklını sürekli açık kalan bir eleştiri ve kusur bulma makinası gibi kullanmazdı. demek ki ona kalmıyordu bu -bu sonuca çok daha önceleri varmıştı-. ne arkadaşları ne sevgilileri ne ailesi... hepsine söyleyecek bir sözü olan ama asıl hedefi kendi olması gereken bir zavallıydı kendi gözünde...
aynanın karşısında çok oyalanmadı yine her zaman ki gibi. paslanmış kenarlarındaki belli belirsin koyu kahverengi işlemeler, aynanı yaşını söylüyordu ona. neredeyse aynı yaştaydılar. tıpkı kendi yüzündeki artık paslanmaya yüz tutmuş mimikler gibi ele veriyordu ayna da yaşını karşısındakilere. neredeyse bir solukluk bir zamanda aldı cüzdanını ve anahtarını masanın üstünden. çıktı. ısınma duygusunu unutalı çok olmuştu yaşadığı şehirde. çevresindeki insanlara hep kol kanat geren, koruyan ve ısıtan o sokaklar, onda hep üşüme hissi uyandırıyordu. belki de üşüme değil de yalnızlıktı bu his. nasılsa ikisi de aynıydı ona göre, pek bir fark göremiyordu aralarında. ikisinin de çözümü aynıydı. sınavlarda sayılarıyla oynanmış tuzak sorular gibi... çözüm yolları değişmeyecekti Fikret için... huzur dolu bir ninniden ibaretti cevap.
evinin yaklaşık 30 metre yakınındaki otobüs durağına doğru yürüyordu Fikret. ne hızlı ne yavaş fakat büyük adımlarla yaklaştı durağa. ister istemez süzmeye başlamıştı duraktakileri. işte kırmızı süveterli ve altın rengi kemeriyle, yaz sıcağında bile çizmeleriyle dolaşabilen hatunlardan bir tanesi. elindeki eskimiş pazar çantasıyla akşam ne yemek yapacağını ve de bu yemeği kocasına beğendirip beğendiremeyeceğini sezmeye çalışan orta yaşlı bir ev hanımı. parmakları son sürat sevdiceğine mesaj atan bir oğlan... elindeki defter kitap kalemlik kombinasyonuyla dershane ya da okula yetişmeye çalıştığı aceleci tavırlarından belli olan bir çocuk... işte başlamıştı Fikret yine o sevmediği alışkanlığına. başlamıştı kendinden başka herkese kusurlar bulmaya. bunu nereden öğrenmişti, nasıl edinmişti bilmiyordu. ona göre bu kesinlikle ailesinden gelebilecek bir mirastı. ona kalsa, kendi aklını sürekli açık kalan bir eleştiri ve kusur bulma makinası gibi kullanmazdı. demek ki ona kalmıyordu bu -bu sonuca çok daha önceleri varmıştı-. ne arkadaşları ne sevgilileri ne ailesi... hepsine söyleyecek bir sözü olan ama asıl hedefi kendi olması gereken bir zavallıydı kendi gözünde...
bölüm bir-buçuk
işte karşısındaydı yine. eski tarz gözlükleriyle ve yokluğuna hiç denk gelmediği bıyıkları; tanımlıyordu babasını kısaca. ama o gün çok farklıydı. "Fikret" demişti ilk defa karşısına oturup. "Oğlum" demişti. Aslında bir çok kez demişti belki ama o an sanki ilk defaydı. kızıyordu yine. eskiden beri kızmıştı. ikinciliklerin yetmediği bir evdi çünkü yaşadığı. aslında başarısızlıklardır hayatta; başarıyı tanımlayabildiğimiz. ama o evde sayıca fazla olan başarıların 3 tanesi bile, bir başarısızlık etmiyordu. "ne kadar sorumsuzsun" demişti. ne olduğunu hiç bilememişti ki oğlunun. evet değişiklikler vardı Fikret'te ama o bunun farkına varamazdı. ne olduğunu da neye dönüştüğünü de bilmiyordu oğlunun. küçükken itfaiyeci olacaktı Fikret,böyle söylerdi hep. sonra avukat, cumhurbaşkanı... bu kadarını tanıyordu ancak oğlunun...
23 Eylül 2009 Çarşamba
söz-müzik
haklısın tabi. neden haklı olmayasın ki. sen beni düşünüyosun ben seni düşünüyorum. halbuki ilk başta da önce kendimizi düşünebilseydik keşke. ikimiz de mutlu olmaya çalışsaydık. oysa bilmiyor muyduk "bu dünya ne donkişot'a kaldı ne de romeo'ya". halbuki ne olurdu yel değirmenlerini sevmeseydik. ya da birer tren rayı olmasydık senle, bi sonraki durağın nerede ve ne zaman olduğunun bi anlam ifade etmediği iki ray.* ne olurdu şimdi dargın değilim diye şarkılar dinlemeseydik. ne olurdu birbirimize verecek cevaplarımız olabilseydi. veyahut yazacak şiirlerimiz. "üzgünüm gidenler için.. üzgünüm bitenler için... sadece çok üzgünüm... dargın değilim =)"
PS: hep sevmişimdir biri benden daha iyi anlatmışsa daha iyisini anlatmaya çalışmanın gereği yok. hem anlatmışlar işte hem de bestelemişler...
PS: hep sevmişimdir biri benden daha iyi anlatmışsa daha iyisini anlatmaya çalışmanın gereği yok. hem anlatmışlar işte hem de bestelemişler...
18 Eylül 2009 Cuma
bölüm1
bir ses duydu. ama bu duyduğu kesinlikle içinde bulunduğu ambulansın sireni değildi. sanırım başındaki belli belirsiz bir ağrı ve zonklamadan kaynaklanıyordu. hatta bunun bile farkında olmayabilirdi. yatıyordu sedyede, görüyor ama seçemiyor, duyuyor ama anlayamıyordu. en azından anlamayı seçmiyordu o an için... neyse ki en yakın iki arkadaşı onun aksine okullarını bitirmiş ve doktor olmuşlardı. işte yanındalardı o yeri göğü inlete inlete giden ambulansın içinde. birbirlerine birşeyler diyorlardı ama bu konuşmalar da Fikret'in anlama çizgisini aşamıyordu. bir kıpırtı farketti. daha iyi seçebildiği yüzlerde biraz gerginlik biraz da telaş vardı ama kesinlikle ne yaptıklarını iyi biliyorlardı. bunu düşünebildiğine göre demekki algısı düzeliyordu. yüzler yüz sesler ses oluveriyordu. ondan daha uzakta olan arkadaşı bir tuşa dokunmuştu. şimdi teninde bir soğukluk hissediyordu. heyecanlanmıştı. o çok sevdiği soğuk kış gecelerinin soğuk yatakları gibi değildi. yeni bir heyecandı demekki bu!!
arkadaşları Fikret'in kulaklarını kapatacak kadar uzamış olan saçlarını geriye taradılar, çok sakindiler. ellerindeki kulaklığı taktılar Fikret'in kulaklarına. -"kamyonlar kavun taşıyorlardı, ve Fikret hep O'nu düşünüyordu"-. irkilmiş hatta korkmuştu; çırpınıyordu, bir tuzaktan kurtulmak istercesine. bu rüyada bir terslik vardı...
gözlerini açtığında bangır bangır ötenin telefonu olduğunu farketti. Nokia 3210. -insanları geride bırakmayı sevse de eşyaları bırakamıyordu işte- telefonunun aksine yavaş hareketlerle, usulca uzanıp kapattı ne zaman kurduğunu bile hatırlamadığı alarmını. yatağın yan tarafından gelen belli belirsiz kıpırtıyla yüzünü sağa çevirdi. o yatakta doldurduğu boşluğa bile hayran kaldığı aşkına baktı. "gözlerini göremiyordu ama gülümsediğini tahmin edebiliyordu". sessizce öpüştüler; bir kaç dakikalık bir hayat öpücüğüydü bu ikisi içinde. Fikret hafifçe doğruldu yatakta. sağ kolunu sarsmamaya gayret ederek, solda telefonun yanında kalan sigara paketine doğru yine sessiz ama bu sefer daha atikçe bir hamle yaptı. boştu paket. gözü yerdeki sigaralara takıldı ama tanıyamadı; o an tanımak istemedi belki de. dikkatlice uğraşıldığı belli olan, beyaz kısımlarından katlanıp süngerleri yırtılarak yapılmış sigara-çiçeklerdi gördüğü. biraz dikkatini toplayarak 19 tane sayabildi. demekki romantik bir gece geçirmişlerdi. hafifçe gülümsedi, olanları hatırlayamasa da sevdiği zamanlardan biri olduğunu söylüyordu akşamdan kalma beyni ona. kafasını diğer yana çevirdi tekrar. yatak tamamdı. ama ne bir vücut ne de kapladığı bir boşluk vardı yerinde. gözlerini ovuşturdu. evet yoktu, yatak da boştu kafası gibi o an. sigaralara çevirdi kafasını. evet boş bir paket vardı ama yanında da yeni açılmış başka bir tane duruyordu demin farkedemediği. ve boşalmış sigara paketinin içindekilerin gece bir bira şişesini doldurmuş olduğunu da gördü saniyeler içinde.
demekki geç yatmıştı. öğlen vakti böyle peşpeşe rüyalar görüp uyanamamasının başka bir açıklaması olamazdı aksi takdirde.
yatağından kalktı. karşıdaki boy aynasına baktı ve boxerını tanıdığına sevindi bir an için. bu sefer gerçekti. bir sigara yaktı...
arkadaşları Fikret'in kulaklarını kapatacak kadar uzamış olan saçlarını geriye taradılar, çok sakindiler. ellerindeki kulaklığı taktılar Fikret'in kulaklarına. -"kamyonlar kavun taşıyorlardı, ve Fikret hep O'nu düşünüyordu"-. irkilmiş hatta korkmuştu; çırpınıyordu, bir tuzaktan kurtulmak istercesine. bu rüyada bir terslik vardı...
gözlerini açtığında bangır bangır ötenin telefonu olduğunu farketti. Nokia 3210. -insanları geride bırakmayı sevse de eşyaları bırakamıyordu işte- telefonunun aksine yavaş hareketlerle, usulca uzanıp kapattı ne zaman kurduğunu bile hatırlamadığı alarmını. yatağın yan tarafından gelen belli belirsiz kıpırtıyla yüzünü sağa çevirdi. o yatakta doldurduğu boşluğa bile hayran kaldığı aşkına baktı. "gözlerini göremiyordu ama gülümsediğini tahmin edebiliyordu". sessizce öpüştüler; bir kaç dakikalık bir hayat öpücüğüydü bu ikisi içinde. Fikret hafifçe doğruldu yatakta. sağ kolunu sarsmamaya gayret ederek, solda telefonun yanında kalan sigara paketine doğru yine sessiz ama bu sefer daha atikçe bir hamle yaptı. boştu paket. gözü yerdeki sigaralara takıldı ama tanıyamadı; o an tanımak istemedi belki de. dikkatlice uğraşıldığı belli olan, beyaz kısımlarından katlanıp süngerleri yırtılarak yapılmış sigara-çiçeklerdi gördüğü. biraz dikkatini toplayarak 19 tane sayabildi. demekki romantik bir gece geçirmişlerdi. hafifçe gülümsedi, olanları hatırlayamasa da sevdiği zamanlardan biri olduğunu söylüyordu akşamdan kalma beyni ona. kafasını diğer yana çevirdi tekrar. yatak tamamdı. ama ne bir vücut ne de kapladığı bir boşluk vardı yerinde. gözlerini ovuşturdu. evet yoktu, yatak da boştu kafası gibi o an. sigaralara çevirdi kafasını. evet boş bir paket vardı ama yanında da yeni açılmış başka bir tane duruyordu demin farkedemediği. ve boşalmış sigara paketinin içindekilerin gece bir bira şişesini doldurmuş olduğunu da gördü saniyeler içinde.
demekki geç yatmıştı. öğlen vakti böyle peşpeşe rüyalar görüp uyanamamasının başka bir açıklaması olamazdı aksi takdirde.
yatağından kalktı. karşıdaki boy aynasına baktı ve boxerını tanıdığına sevindi bir an için. bu sefer gerçekti. bir sigara yaktı...
saçmaca
moralim bozuk... neden bilmiyorum. bir kaç sebep olabilir. mesela sabah bana hamburgerlerindeki kampanyayı anlatmak için mesaj atan fastfood şirketi ya da bir heyecanla yatağımdan fırlayıp umduğunu bulamayan aptal kafam. ve bu sayade gergin başlayan bir gün. içimin içime sığamaması da cabası. son sürat hayal kurup aynı hızda yıkmaya başlayan bir bünye. ve yine aynı hızda yediklerini yakan aynı bünye... ve gece artık yorgun düşmüş, hala morali bozuk olan ben.
dünyanın yuvarlak olduğunu gemilerin dumanından anladığımızı söylerdi eskiden hocalar. önce dumanlar görünürmüş. ben de bakakaldım bir dumana... baktıkça bakıyorum... dünya yuvarlaksa eğer mutlaka bir gemi gelmeli bu dumanın arkasından... ya da ben öyle bir dünyadayım ki galileo'nun yaşadığıyla aynı dünya değil bu.
evet saçmaca demiştim. sadece bi kaç saat geçti bu saçma yazıyı yazdığımdan beri...
şu an neden bilmiyorum ama yazamıyorum. belki yerimi beğenemedim otururken. belki yorgunum. belki başka bişi bilmiyorum. je t'aime diyor kulaklarımda bir ses... gece uzun gibime geldi. neyse. bilmiyorum. yok ki. şu an en azından. söyleyecek bişi. lara fabian söylesin işte yerime. devam ediyor hala. je t'aime... comme un loup, comme un roi,comme un homme que je ne suis pastu vois, je t'aime comme ça...
dünyanın yuvarlak olduğunu gemilerin dumanından anladığımızı söylerdi eskiden hocalar. önce dumanlar görünürmüş. ben de bakakaldım bir dumana... baktıkça bakıyorum... dünya yuvarlaksa eğer mutlaka bir gemi gelmeli bu dumanın arkasından... ya da ben öyle bir dünyadayım ki galileo'nun yaşadığıyla aynı dünya değil bu.
evet saçmaca demiştim. sadece bi kaç saat geçti bu saçma yazıyı yazdığımdan beri...
şu an neden bilmiyorum ama yazamıyorum. belki yerimi beğenemedim otururken. belki yorgunum. belki başka bişi bilmiyorum. je t'aime diyor kulaklarımda bir ses... gece uzun gibime geldi. neyse. bilmiyorum. yok ki. şu an en azından. söyleyecek bişi. lara fabian söylesin işte yerime. devam ediyor hala. je t'aime... comme un loup, comme un roi,comme un homme que je ne suis pastu vois, je t'aime comme ça...
6 Eylül 2009 Pazar
kısaca
hayatım bir süredir durgun. geniş zamanlarım oldu düşünmek için. şimdi sanacaksınız ki çok ciddi şeyler düşündüm, okulumu mesela ya da ailemi ya da geleceğimi... hayır. ben aksine yıldızların ne kadar da güzel göründüklerini düşündüm gece karanlıkta gökyüzüne baktığımda. dolunayın ne kadar parlak olduğunu, yollar ıssızken adımlarımın ne kadar da melodik olduğunu düşündüm... bisiklet sürmenin rüzgar olmak gibi hissettirdiğini düşündüm... biranın soğuk değil de içimin ne kadar sıcak olduğunu, rüzgar güllerinin her gün ne kadar yorulduklarını, bahçedeki çiçeklerin geceleri ne kadar üşüdüğünü düşündüm... hatta evimizin önündeki sokak lambasının ne kadar yalnız olduğunu düşündüm... kısacası hep seni düşündüm...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)