normalde, Fikret böyle bir mektuba cevap vermezdi. ama ne olduysa o an insan gibi hissedeceği tutmuştu işte. insan bize derslerde öğretilen gibi; doğup büyüdüğü, ürediği ve sonunda öldüğü bir hayat çizgisini izlemez. ona göre bu cansızları tanımlayan bir cümledir. dünyada hızla artan otomobil sayısını yada artık tükenmeye başlamış tramvayları bu şekilde açıklamaya çalışır Fikret. oysa insan böyle değildir. insan doğmaz, bir sefere mahsus olan şey vücudun artık tek bir hücreye sığamayacak kadar büyümesidir. insan sadece bir defa doğamayacak kadar doyumsuzdur çünkü. her zaman yeniden doğabilmeyi isteyecek kadar aç ve mutlu olduğu her anı korumak adına, yüzlerce kere o an ölmeyi isteyecek kadar toktur insanoğlu. insanı anlatan tek kavram, öğrenmesidir. insan sürekli öğrenir Fikret'e göre. bu yüzden uyuması için ilaç alırken uyanık kalması için bir bardak kahve yeterlidir. gözleri açık olsun ister ki, daha fazla öğrenebilsin. bu; o ilk hücrenin dünyaya meydan okuyuşudur çünkü. kolundaki saate baktığında düşündüğü şey; ne kadar zamanı geride bıraktığı değil, daha gözlerini ne kadar süre açabileceğidir. daha ne kadar öğrenebileceği...
bu yüzden aşık olur insan ve bu yüzden birisi öldüğünde ağlar. hatta arkadaşlarının yardımına koşmaması da bu yüzdendir. başkasının öğrendiklerini dinlemektense, kendi bir şeyler öğrenmelidir; bu zaman içinde. bunları anlatmaksa ayrı bir vakit kaybı... hainlik, cesurluk, kıskançlık... insan doğmaz, insan büyümez işte. sadece öğrenir... kendisi, kendi için, kendi bildiğince ve kendi dilediğince... ölmek ise ayrı bir imkansızlıktır. bu kadar öğrenip de bir anda bitiremez bunu. inanmaz, inanamaz... bu yüzden de ölmez. öğrendiklerini alır, o küçük ve sadece kendisine ait olan odasına taşır zamanı geldiğinde... o tek hücreye...
zaman bir sayı doğrusundan ibarettir, kareli metot defterimize ilkokuldan beri çizdiğimiz. o kadar basittir işte. üzerine sayılar yerleştirmek nasıl kolaysa, işte bu kolaylıkla öğrenir insan ve bu doğallıkla.
insan doğmaz... ama Fikret doğmuştur. geçmişini hatırlar; o tek hücreyi. diğer insanların doğum olarak adlandırdıkları ve bunun sonrasında yaşadıklarını düşündükleri o zamanı, Fikret "onlar" gibi kullanmaz. Fikret aşık olur... çünkü hep o tek hücre gibi hisseder kendini. ne fazlası ne de daha azı - o da seçici geçirgendir ve kendi varettiklerini kendi sindirir-. öğrenmek istemez, öğrenmeye de ihtiyacı yoktur. tek hücreyken de aşıktır, 1.85lik ve 73 kiloluk koca bir bedenken de. bedenini, içini dolduracağı bir kasa gibi görmekten uzaktır ve işte bu yüzden bir tek Fikret doğmuştur diğerlerinin arasında.
Fikret insan değildir yada belki insandır.
Fikret tekrar okumaya başlamıştı mektubu...
"Sevgili Fikret;
Şu an sana çok mutlu olduğumu söylemek için yazıyorum bunları. Seninle değil belki ama mutluyum işte..."
hızlıca göz gezdirip sonuna varır göz açıp kapayıncaya kadar.
" kendine iyi bak..."
tekrar vazgeçer, bir cevaba gerek yoktur. elinden mektubu ve bir şeyler öğretme arzusunu çabucak bırakır...
PS: kendime bakacağıma söz vermiş ve yatıyorum demiştim... ama kızma... uykudan kalktım...
15 Ekim 2009 Perşembe
9 Ekim 2009 Cuma
bölüm dört-buçuk
"her telefon çaldığında yada mail kutusunda yeni bir mail gördüğünde, "acaba?" demek. hep bir telaş ve heyecan içerisinde kaybolmak... saatlerce o telefonun yanında beklemek ve düşünmek neden çalmadığını. merak ediyorum hayat herkes için böyle mi? ve daha da kötüsü soramıyorum insanlara, utanıyorum... aslında bir yandan iyi; geçen her anın farkında oluyor insan, bir bekleyiş; insanı her anın farkında olmaya mecbur bırakanından. bir yandan da kötü tabii. bu geçen her anın ne kadar "onsuz" olduğunun farkında olmak. elin kolun bağlı beklemek fütursuzca. utanmadan, sıkılmadan ve bıkmadan, kamp kurmak o umuda. hatta ateş yakmak, belki görür de gelir diye... başka insanlarla paylaşamadığın bu bekleyişte belki de en kötüsü; işte dediğim gibi, yalnız olmak. belki bir paket sigara yada birkaç biranın dostluğuna güvenmek. tabi onlar da ne kadar güvenilirlerse. her seferinde yeni bir şişe ve yeni bir paket. yeni tanıdığın bu dostların yanında ne kadar huzurlu olabilirsen, işte o kadar huzurlusun. insan pek itiraf edemez ama bu gibi durumlarda -her ne kadar paylaşamasa da- birinin bir şeyler konuşmasını, söylemesini bekler. o anki dostlarını işte, dilsizdirler. sizi dinlediklerinden bile şüphe edersiniz ama başka şansınız da yoktur. arada dışarı çıkarsınız, tabi elinizde sıkı sıkıya tuttuğunuz telefonda, çalarsa hemen açabilmek için. gökyüzüne bakarsınız... yıldızlar da dostluk ederler size ama ancak yıllardır görüşemediğiniz, uzaktaki eski bir dost kadar. "güneşin" o içinizi ısıtan sıcaklığını bulamazsınız. merak edersiniz... sürekli bir "acaba" var kafanızda, söküp atamazsınız. atsanız da yenisi gelir hemen, hiç uğraşmayın boşuna. bu seferki "acaba"; ne yapıyor acabanın acabasıdır. beni düşünüyor mu diye merak edersiniz...
insan iki yüzlü bir varlık her ne kadar inkar etsek ve kendimize yakıştıramasak da. aslnda bu yarattığımız acılı tabloyu isteriz bir yandan da. hatta istemekle kalmaz "o" da bilsin isteriz. bir taraftan da bunun bencillik olduğunun farkındayızdır. işte o an sıkışır kalırız düşüncelere...
anlam veremediğimiz bu boyun eğişi sorgulamaktan vazgeçer, yeni dostlar ediniriz tekrar. yeni bir bira şişesi ve yeni bir paket sigara. emrimizde bir orkestra kurarız, en derin acıların ve en büyük özlemlerin sonatlarını çalarlar bir yandan. acaba herkes benim gibi ilgiye aç mı diye sorarız kendimize. yine bir "acaba" daha işte... ah siz "acabalar" yok musunuz?
kafanız iyice bulanır sonra. aklınıza şiirler, şarkılar gelir ve siz istemeseniz de coşkulu bir bando gibi çalarlar marşlarını. "saat 4 yoksun" açılış parçası. sonrasındaysa "bekledim de gelmedin" diye fasıl tutturursunuz kafanızın içinde. onur konuğusunuz bu programın, öyle hemencecik kalkamazsınız. sahneden "coşkun sabah" iner bir yandan, ve diğer yanda hazırlanan "emel sayın" hiç aksatmadan başlar söylemeye...
durduramazsınız...
durduramam..."
-Fikret'in günlüğünden...-
insan iki yüzlü bir varlık her ne kadar inkar etsek ve kendimize yakıştıramasak da. aslnda bu yarattığımız acılı tabloyu isteriz bir yandan da. hatta istemekle kalmaz "o" da bilsin isteriz. bir taraftan da bunun bencillik olduğunun farkındayızdır. işte o an sıkışır kalırız düşüncelere...
anlam veremediğimiz bu boyun eğişi sorgulamaktan vazgeçer, yeni dostlar ediniriz tekrar. yeni bir bira şişesi ve yeni bir paket sigara. emrimizde bir orkestra kurarız, en derin acıların ve en büyük özlemlerin sonatlarını çalarlar bir yandan. acaba herkes benim gibi ilgiye aç mı diye sorarız kendimize. yine bir "acaba" daha işte... ah siz "acabalar" yok musunuz?
kafanız iyice bulanır sonra. aklınıza şiirler, şarkılar gelir ve siz istemeseniz de coşkulu bir bando gibi çalarlar marşlarını. "saat 4 yoksun" açılış parçası. sonrasındaysa "bekledim de gelmedin" diye fasıl tutturursunuz kafanızın içinde. onur konuğusunuz bu programın, öyle hemencecik kalkamazsınız. sahneden "coşkun sabah" iner bir yandan, ve diğer yanda hazırlanan "emel sayın" hiç aksatmadan başlar söylemeye...
durduramazsınız...
durduramam..."
-Fikret'in günlüğünden...-
6 Ekim 2009 Salı
melodik
bir yer olsun istiyorum. ne benim ne bir başkasının... sadece senin olsun. sen gör benim aşkımı orda, gece dolunaya bakıp nasıl ağladığımı, seni özlemekten titrediğim o bana ayaz gibi soğuk ve dondurucu; ve bir o kadar da içimi kavuranın sensizlik mi aşırı miktarda alkol mü olduğunu anlamadığım zamanlarımı. ben bile görmeyeyim, yalnız sen bil, sen anlat bana. senden duydukça bileyim kendimi, ve senden duydukça seveyim. sen sevdikçe... orda gör, sen baktıkça aydınlanan gözlerimi. ellerim ellerini beklemekten nasıl da sıkılmaz bana sen anlat olur mu? söylediğim şarkıların yalnız sana ait olduğunu... içerken özleminle tokuşturuyoruz kadehlerimizi... bak duyuyor musun? Çınn...
4 Ekim 2009 Pazar
bölüm dört
her zaman acemi kalacağı saç-baş yapma konusunda yine aynı hissediyordu. ilkokul çocuklarını aratmayacak bir heyecanla saçlarını kabartıyordu. aynı anda zor da olsa bir iki nefes sigarayı da ihmal etmeden, aynanın karşısındaydı işte. en güzel kıyafetlerini giymişti. en güzel kokusunu sıkınmıştı. üşenmese sakallarını bile keserdi. pratikte sahte gibi duran ama onun için evin her odasında yaktığı ışıklar kadar gerçek bir buluşma içindi tüm bu hazırlıklar. çok güzel görünmeliydi -buna ihtiyacı olmadığını bilse de- içki masasında her zaman yanı başında olan küçük kupasını -eski bir hediyeydi- aldı. votkası da hazırdı şimdi, yeni yaktığı sigarasına eşlik ediyordu.
buluşma zamanı gelmişti.
bilgisayarın karşısına geçti...
buluşma zamanı gelmişti.
bilgisayarın karşısına geçti...
3 Ekim 2009 Cumartesi
bölüm üç-yirmi-altı
"biliyorum siz de bu şarkıyı dinleseniz şu an benimle birlikte, kalbinizde bir aşk ama içinizde bitmek bilmeyen bir özlem isteyeceksiniz. yaşamak istediğiniz şey sevgilinizin kollarında olmak değil de onun özlemini çekmek olacak. acı çekmek isteyeceksiniz, ağlamak, haykırmak, aynı acıyla yok olup yine bu acıyla tekrar dirilmek isteyeceksiniz. sarılıp huzur bulduğunuz bedenin hayalini kurmak daha cazip gelecek o an; neden bilmiyorum... unutacaksınız bundan önceki tüm sevdalarınızı ve sonrasındakileri de bilmek istemeyeceksiniz. o an o özleme aşık olacaksınız. gözlerinizi kapayıp, düşüneceksiniz. hayatınızda belki hiç yaşamadığınız o tanıdık huzurun gelip, sizi alıp götürmesini bekleyeceksiniz, bir yandan da bunun o an olmayacağını bilmek size ayrı bir haz verecek. o an bir kuşun kanatlarında değilsiniz, özgürlüğe uçmuyorsunuz. aksine gagasıyla tekrar tekrar didiklediği çer çöpten farkınız yok. gündüzleri değil belki ama geceleri ayçiçekleri gibi olacaksınız. ve bir çölün ortasına gözü kapalı gidebileceksiniz hiç düşünmeden hem de, susuzluktan kendi kanınızı akıtmaya bile razı olacaksınız. bir kum torbasının içindeki milyonlarca kumdan birisiniz, sizin sandığınız gibi o romantik kumsaldaki kumlardan değilsiniz dostlarım üzgünüm... çektiğiniz acıda denizdeki dalgaların o insanı baştan çıkaran ritmi olmayacak, aksine hırs ve tutkunun gürültülü hırıltıları arasında dayak yiyeceksiniz o kum torbasında.
ama seviyorsunuz işte... bunu siz istemediniz mi...?"
-Fikret'in sarhoş naralarından-
ama seviyorsunuz işte... bunu siz istemediniz mi...?"
-Fikret'in sarhoş naralarından-
bölüm üç-yirmi-beş
Fikret'in bakışları bomboştu. bakıyordu işte, takılmıştı müziğe, takılmıştı sözlere. o kadar çok dinlemişti ki aynı şarkıyı; aynı hikayeyi... o hikayenin yaşandığı mekanda o kadar çok bulunmuştu ki... "işte karşıda parlak ışıklarıyla kocaman bir cadde. gecenin geç saatine rağmen aynı hırs ve coşkuyla akan trafik... ancak sarhoşların karınlarını doyuracak kadar ucuz olan küçük büfeler. büyük büfeler... ve zaman... akmasın dedikçe akan, solmasın istedikçe solan bir gülden çok farksız değildi. belki başka bir mevsimde yeniden açacak o gül gibi, zaman da aktıkça yeni güzelliklere gebeydi o gecede. ama ne Fikret farkındaydı bunun ne de zaman."
sahne daha da buğulanmıştı gözlerinde. ağlıyordu, ama içinden. bu duyguyu hissetmesi için gözyaşlarına ihtiyacı yoktu.
"kenetlenmiş ellerin ve vücutların sıcaklığıydı şimdi yüzüne vuran. küçük bir öpücüğün büyük devletler yıkabileceği bir dünyaydı orası. farklı bir farklılık vardı. acemi bir tangocunun partnerinin ayağına basmamak için uğraşması kadar saf ve zordu bir şeylerden kaçmak. onlar da kaçmadılar zaten... hem saflıktan yana oldular, hem de zorluktan."
sahne daha da buğulanmıştı gözlerinde. ağlıyordu, ama içinden. bu duyguyu hissetmesi için gözyaşlarına ihtiyacı yoktu.
"kenetlenmiş ellerin ve vücutların sıcaklığıydı şimdi yüzüne vuran. küçük bir öpücüğün büyük devletler yıkabileceği bir dünyaydı orası. farklı bir farklılık vardı. acemi bir tangocunun partnerinin ayağına basmamak için uğraşması kadar saf ve zordu bir şeylerden kaçmak. onlar da kaçmadılar zaten... hem saflıktan yana oldular, hem de zorluktan."
Kaydol:
Yorumlar (Atom)