11 Haziran 2010 Cuma

it

klasik abi tavsiyesidir; "bak yavrum bir kızı istiyorsan yanındakine asılcaksın, ilgilenmeyeceksin, nasıl da köpek gibi gelecek peşinden. bir kızla ilgilenmek aslında ilgilenmemeye çalışarak sonuç verir..." keşke ilk defa duymuş olsaydım da şaşırsaydım şu duyduklarıma. tamam abi kabul ediyorum peşimden koşturdum it gibi, e abi sormuyor musunuz kendinize siz, biz insana mı aşık oluyoruz köpeğe mi?
aşk böyle oyunlarla mı elde ediliyor, çok söylüyorum son zamanlarda şu lafı, "amaç üzüm yemek mi bağcı dövmek mi?"
maksat aşık olmak değil mi, sevmek değil mi? maksat mutlu olmak değil mi? e ben peşimde hatun koşunca yada işte ben birden kıymete binince mi mutlu olucam? sizin herşeyiniz böyle, hayatınız da ilişkileriniz de, bir iktidar kavgası hep, ego doyurma sevdası...
ben yapmayacağım böyle, evet hayatımın sonuna kadar böyle üzüleceğim belki de... ve hiçbir zaman yeğenlere böyle tavsiyeler vermeyeceğim. "ben de eskiden böyle romantik aşık takılırdım, hey gibi günler" demeyeceğim. inadına aşık olacağım işte...
ben sevdiğimi söyleyemeden, gösteremeden, sıkı sıkı sarılıp içim ısınmadıkça... ne yapacağım ki öyle kadını, ne yapacağım öyle ilişkiyi?
bugün parasız kaldım, aç kaldım. ve bugün yediğim o bir simidin tadını da belki daha önce hiçbir yerde bulamamıştım. evet eksikliğini çektiğim bir şeyin, küçük bir kısmı bile beni mutlu etmeye yetti.
peki birini sevmek için onu önce sevgisiz mi bırakacağız yani? sevmek böyle mi? bu kadar mı? sevgi beklemek, aşk beklemek bu kadar büyük bir beklenti midir? illa onsuz kalmak, yalnız kalmak mı lazım sevgiyi aramak için? insan sevdiği için sevemez mi? evet soruyorum bu soruları ama kendime değil, size soruyorum.
sevdiğinizin elini tuttuğunuzda içinizin ısınması için illa da üşümeniz mi lazım yani?
belki çok dobra, belki hayali geldi kimine göre...
ben vermiyorum cevabı Leyla Tuna'dan gelsin...

"dostluğun bana yetmiyor
konuşurken düşlüyorum ellerini, özlüyorum
dokun, dokun bana
ne olur dokun
sevmek dokunmak demiştin
biliyorum sürmese de eskiye benzemese de
hala benim tek ezberim dokun bana,
ne olur dokun

dinlemek beni kesmiyor
hasreti hafifletmiyor
dokun bana gizli olsun
dokun ne olursun dokun...

alıştığım ellerinde
özlediğim sevgilimdi
oyalama dostluğunla
katlanamam buna
dokun bana, ne olur dokun.."

PS: nilüfer'den dinlemeyi de ihmal etmeyin!



6 Haziran 2010 Pazar

bölüm "on"

başkasının gözünden bakmak.. en zoru bu belki ama en çözümleyici olanı da.

"Fikret'in gözlerine baktığında ve girip o kahverengi mağaralardan baktığında karşındaki hayata. işte o zaman anlayacaksın onu. mağarada bulamayacaksın ateşi biliyorsun, ama içerisi sıcacık. soracaksın nereden geldiğini bu ateşin, bu sıcaklığın? gözlerin kamaşacak ışıktan o karanlık mağarada. o zaman farkedeceksin Fikret'in de gözleri kamaşıyor belki diye."

Fikret'in arkadaşları bunları konuşurken, tabii ki Fikret'in haberi yoktu. "çabuk çorba dolu bardağının" ısıtamadığı elinde, sıkı sıkı tutuyordu umudunu...

"insanlar kendini beğenmiş varlıklardır. kibirlilik gibi düşünmemek lazım ama.. insan kendini beğenmeden ve kendini sevmeden mutlu olamayacak kadar yalnızdır, kendisidir. işte bu yüzden en zoru ve belki de en çözümleyici olanıdır başkasının gözünden bakabilmek.
çünkü kendini görürsün her baktığında, eğer ısındıysan o manzarada ve zor gelmiyorsa artık güneşlere gözünü kısmadan bakabilmek; orada kalmalısın. o gözler de orada kalmalı, senin karşında..."

3 Mayıs 2010 Pazartesi

hepimiz seks manyağıyız

iç dökücem bu yazıda, ne Fikret'in macerası olucak, ne hayata dair aforizmalar. artık kimseye söyleyecek birşeyim kalmadı. öyle bir yerdeyim ki, bütün sözler söylendi. hiç bir laf hiç bir şeye etki etmez oldu hayatımda. bu yüzden kendi sorumluluğumdaki salaklığım ve (neyseki) müdahale edemediğim, uzanamadığım denklemlerin çözümleriyle beraber, sessizce oturuyorum ekranın karşısında.
"çok yalnızım be atam.." diyorum mütemadiyen. hiç birşey konuşamayacak olmanın yalnızlığı bu. sanırım hayatımda hiç böylesini yaşamamıştım. içimdeki umudu nasıl koruduğumu soruyorlar, bilmiyorum. hatta ben bile soruyorum bazen kendime, nasıl yapıyorum acaba diye. şimdi bütün olumsuzlukların üstüne eklenen, "susmak zorunluluğu" da geliyor üstüme. aslında konuşmamı yasaklayan yok. ama konuşmaların hiç bir boka yaramayacağını bilen bünyem, artık cümle kuramaz oldu. bu haldeyken nasıl taşıyorum bu umudu?
kimi zaman aynanın karşısına geçip, kendi kendime konuşayım diyorum. o bile anlamsız... kendime bile söyleyecek sözüm yok...

peki ya bu ısrarcılığım ne olacak? her şeye durmak bilmeden, yorulmadan verdiğim bu aptalca tepkilerim. neden bilmiyorum hayırın ne demek olduğunu? hani çok akıllı filandım? belki de hayatımda hayır diyemedim hiç, o yüzden zorlanıyorum bu basit kelimenin manasını öğrenmeye çalışırken. dinlemiyorum hayırı. iyi birşey mi kötü birşey mi onu da bilmiyorum. bence insanlar hayır demez çünkü, dememeliler. çünkü ben demem. çünkü ben seviyorum. kendimi ve herkesi...

düşünebilecek kadar kendimde olduğum zamanlarımda(şu sıralar pek nadir) soruyorum kendime, insanlar neden sevmiyor diye. bu kadar zor mu birini sevmek? bu kadar korkulası mı? neyden korkuyor ki bu kalabalıklar? koşmaktan mı, yorulmaktan mı? zaten öldüğümüzde koşamayacağız bir daha, bu bezginliğin, isteksizliğin sebebi nedir?
neden garipseniyor benim umutlarım...
neden garipseniyor benim umutlarım...
neden garipseniyor benim umutlarım...
neden garipseniyor benim umutlarım...
neden garipseniyor benim umutlarım..

hepimiz seks manyağıyız... nasıl da seviyoruz hayatlarımızı sikmeyi! neyi inkar ediyoruz ki boş yere? zor mu bu kadar karşındakinin gözlerine bakabilmek? hani dürüstlük, cesaret? bak işte, al karşına bak gözlerine! götün yiyorsa konuş hadi şimdi, söyle o ezbere sıraladığın cümleleri aynı cesaretle! aldanmışlık işte budur... karşındakini siktim sanarsın da, kendini becermişsin haberin yok bea!

bi çift laf da arkamdan iş çeviren o yılana gelsin... nasılsa bunu okuyan kimse alınmaz, zaten yılanlar da okumaz... sen ne göt herifmişsin yaa...

evet ben sabırsızım, annemin karnında bile duramamışım!
ben doyumsuz değilim, ama güzel olanı istemekten de bıkmam!

sevgini verirken karşılık beklemeyeceksin... şimdi bunu her okuyan "yaa yaa evet" diye kafasını sallamıyorsa ne olim.. ama sevgini istemeyeni ne yapacaksın? karşılık beklemek değil bendeki, kabul beklemek... ulan ne garip geldi diil mi? bana da öyle gelmişti, alıştım artık.

"istememek: bir şeye karşı arzu duymamak.
sevmemek: bir şeye karşı sevgi ve bağlılık duymamak.

sözlüklerden arar oldum anlamlarını, düşün işte o kadar istemiyorum konuşmak, soramıyorum kimselere..."

hadi şimdi bir bira daha aç ahmet... yeter sana bu kadar kendin olmak... kaç kendinden, kaç da kurtul...



17 Nisan 2010 Cumartesi

don kişot

gerçek bir kavga veremeyecek kadar korkak kalbim. çünkü "ben" olmaya çalışırken "sen" oldum. elimde tahtadan kılıcım ve süpürgeden atımın üstünde, benim yaratmadığım ve benim dokunamadığım savaşların içindeyim. tahta silahlarla da olsa, gerçek hayallerin peşindeyim...

23 Mart 2010 Salı

bölüm dokuz nokta iki

"nedir ki kolay olmayan? kolay olmayan, zor olan değildir. zor olan yapılasıdır. üstüne gidersin zorluğun. uğraşır, didinirsin, ağlarsın. çabalar ve gülersin." ipod'unu çıkartmak istiyordu kulağından, sokakta yürürken müzik dinlemeyi, kendini çevreden soyutlamayı sevmezdi. ama o an çevresini ne kadar duymaz ise, kendine o kadar kulak verebilecekmiş gibiydi. "zor olan özlem değildir. kolay olmayandır özlem. zor olan değildir yaşamak. sevmek değildir zor olan, kolay olmayandır. eğer zorsa bir şeyi yapmak, yine de yapar insan. ama kolay değilse durum, ne yaparsan yap tek başına çıkamazsın içinden. çünkü zor olan karşındadır. ister at gözlükleriyle bak şu koca dünyaya, ister bulutlarla yeni tanışan küçük bir çocuk gibi gözlerini dik gökyüzüne, zorsa zordur. karşındadır tüm gücü ve gururuyla. ama kolay değilse başkadır işte. senden çıkmıştır artık o iş. temelinde kolay olan bir durumun, kendi olamamasıdır içinde bulunduğun. kendi olamayan sen değilsindir. suç kolayındır, senin değil."

"aslında türkçe'deki basit problemlerden biridir bu. zorun tersi kolaydır da, kolayın tersi; kolay olmayan değildir. ilkokulda sınıfın haylaz öğrencileri gibi diretmenin manası yoktur. zıt anlamlı değildir o kelimeler işte o kadar."

öyle dalmıştı ki düşünmeye, parmaklarında ufak çaplı bir yangın çıkmadan hemen önce, ancak aklına getirebilmişti sigarasını.

"insan dünyaya kulaklarını kapadığında, hayat hızlı bir slayt gösterisinden ibarettir." işte bir ağaç, yeni renklere bürünmek için çabalarken yakalanıyordu objektiflere. karşı kaldırımda gezen sevgililer; acemi aşklarının tadını çıkarıyorlardı, her fırsatta birbirlerini öperek. ve yanımdan umursamazca geçen arabalar, hiç bir sanat kaygısı taşımadan, bu resmin öznelerinden biri olmaya çabalıyorlardı.

"ölmek zor olandır. fakat pek az insan tenezzül eder kendi rızasıyla bakmaya. yaşamak ise kolay değildir. sen ne yaparsan yap, çoğunlukla elinde olmaz istediğini yaşamak. koşmak zor olandır mesela. önündeki engelleri umursamadan koşar durursun, üstünden atlar geçerim bu hızla dersin ama yürümek kolay değildir. ne kadar genç olursan ol, güvenemezsin hızına yürürken."

zor olan bir sigara daha yakmaktı o akşamüstü, kolay olmayansa o paketi ilk rastlanan çöpe atmak.

21 Şubat 2010 Pazar

bölüm sekiz

delilik. Fikret bulmuştu kendine bir yer bulamamasının nedenini. delilere eskiden de yer yoktu bu toplumda. şimdiyse evde beslenen sibirya kurtları gibi hastanelerde vakit geçiriyordu deliler. onun da yeri yurdu yoktu işte. yaşamaya çalışmak değildi amacı. kendine ait olabilmekti. durup durup kendini boşluğa atma hayallerini bu yüzden kuruyordu. hayali boşluklarda geziyordu işte bu yüzden. kafası çarptığında o yere, nasıl hissederdi merak ediyordu. bu yüzdendi sıkça kafasını vurması duvardan duvara. dakikaları saymazdı, günlere bakmazdı... duvarları sayardı. "kaç duvar oldu, kaç duvar daha kaldı kafamı vuracak."

çocukça zamanlar geçirmeye hasret ama bir o kadar da o zamanlardan bunalmıştı. bir insan hem elinde silah tutup hem de kaydıraktan kayamazdı. ya kayacaktı ya vuracak. çözümsüzlükten daha iyi olmak adınaydı Fikret'in bu yaptıkları. her çocuk parkında başka birini deniyordu. birinde kayıyordu, diğerdindeyse...

11 Şubat 2010 Perşembe

bölüm dokuz

işte geliyordu karşıdan. Fikret her ne kadar saymaya çalışsa da içinden, yetişemiyordu nabzının hızına. uzun elbisesinin içinde rengarenkti. bir tabloya benzetiyordu Fikret onu, baktıkça eskimediğini düşündüğünden. yaklaştı iyice. selam verircesine gülümsedi, yanına değil belki ama yakınına oturdu Fikret'in. artık ona düşeni yapmış olmanın rahatlığıyla gülümsüyordu etrafına. Fikret'se tam tersine artık sıranın kendisinden olduğunu bildiğinden, dudaklarının kuruduğun hissediyordu son bir kaç dakikadır. "selam pelin" diyemezdi. omzuna yavaşça dokunup "n'aber bugün nasılsın?" hayır bu da olmazdı. belki de direk başlamalıydı konuşmaya, nefes almayı unuturcasına ardarda sıralamalıydı cümlelerini. "biliyor musun sesin çok güzel senin, burda arkanda oturuyorum haftalardır ve çok memnunum bundan. aslında kendin de çok güzelsin. yani insan olarak demek istemiştim. sakın yanlış anlama. hem düşündüm ki..." hayır hiç birşey düşünmemişti. bu cümleler değildi o zaman doğru olan. ama neydi?

pelin ise her şeyden habersizdi bu sırada. belki de biliyordu herşeyi, anlıyordu ama bunu göstermek istemiyordu. farkındaydı Fikret'teki heyecanın. konuşunca, sesinin nasıl da titrediğini anlıyordu. ama korkuyordu belli ki. ya öyle değilse... istemiyordu bu sorunun cevabını bilmek. sadece dinlemek istiyordu bu kendi kendine titreyen, heyecanlı sesin anlattıklarını. bekliyordu...

hoca gelmişti sınıfa. ayten hoca çok sert olmayan ama suratsız diye tabir edilebilecek bir kadındı. ifadesiz bir suratla etrafına bakındı ve Fikret'e döndü:
- yavrum neden ayaktasın, geç arkadan sandalye al ve öne çek
-ben böyle iyiyim hocam.

bu savaşı kaybetmemeliydi Fikret. bir yandan sesinin titremesini engellemeye çalışıyor bir yandan da bir dahaki ısrara karşılık nasıl bir cevap verebileceğini düşünüyordu. iyi hesap yapmalıydı.

-oğlum hadi gitsene ayakta ders mi olur?
-hocam iyiyim ben, burda dururum, böyle, bu şekilde...

iyi gitmiyordu. ama farkında da değildi. biraz daha dik durmaya çalışıp güçlü olduğu imajını vermekle meşguldü o sırada Fikret, savaşın bittiğini anlayamamıştı...

-hadi oğlum git al sandalye seni mi beklicez, kızdırma beni...

olmamıştı. yenilmişti. hayata karşı ilk yenilgisiydi bu. neden yenildiğini anlayamamıştı, cevapları bulamamıştı. belki sadece 8 yaşında olduğu içindi, belki de böyle bir savaşa inanabildiği için. yada olması gerekenin bu olduğu için. hayatının bundan sonrasını bir prens olmaya çalışarak geçireceğini bilmiyordu. beyaz bir ata tutunmak bir kenara, hayata tutunacak gücü bile bulamaycaktı kendinde bundan sonra. bilmiyordu...