Fikret’in sabrı artık mesanesinden taşmış, paçalarından akmak üzereydi. Onu bu kadar uca taşımış olan şeyse, iki kişinin zor sığacağı bir yangın merdiveni boşluğunda 7 kişiyle beraber üst üste sigara içmeye çalışıyor olması hiç değildi. İnsanların birbirlerinin hayatlarının ırzına geçmesine zaten o kadar alışmıştı ki, o merdiven boşluğundaki üst üstelik Fikret’in zerre umurunda değildi. O an onun sınırlarını zorlayan tek şey, bu 7 kişinin de, sanki biliyorlarmış ve inadına söylüyorlarmışçasına, Fikret’in bayramını kutlamalarıydı. Onun bir “kurban” olduğu gerçeğini yüzüne vurmakta yarışıyorlardı ve Fikret’in korktuğu şey, suratlardaki gülücüklerin, her ne kadar imitasyon gibi dursa da, gerçek olma ihtimaliydi.
Fikret’in, yaşadığı ülkedeki bir çok insanla benzerliği, TDK’nin çıkardığı sözlüklerle pek fazla ilişkisi olmamasıydı, ve önemli bir fark da, sesteş kelimelerden habersiz oluşuydu. Kurban onun için kurban demekti. Tanrıya sunulan şükranın ve gelecekteki beklentilerin bir garantisi, taksit ve peşin ödeme dışında, cennetteki yerlere bir başka biçimde sahip olma biçimi. Söz konusu mekan; cennet, ilgili merciin de Tanrı olduğu düşünülürse, boynuzlu yada boynuzsuz herhangi bir hayvan, bir kurban olarak pek değersiz olmalıydı ona göre. Kurban olan insandı. Bir sonraki neslin adağı… o yüzden savaşlar vardı. ve salgınlar… Fikret de bir kurbandı. Henüz bakirken kalbine doğru inen bıçağı fark edip, kaçmıştı. O yüzdendi bu sürgün hayatı. Belki bıçaktan kaçmış ama üzerindeki kurban yaftasından kaçamamıştı. Ve biliyordu ki her gün sokaklarda kendi gibi onlarca insan yanından geçiyordu. Bir sürgünler ordusu… Bu yaşadıklarına hayat diyemediklerini fark edip, başka bir hayatta daha güzel zamanlar hayal etmekle meşguldüler her an. Ve o başka hayat, onların cenneti… o kadar kalabalıklardı ki, fısıltılarla duyurdukları cennetleri, gerçek bir mekan oluvermişti. Cenneti, sürgün kurbanlar yaratmıştı…! Fikret’in kafası karışmıştı, kendi kendine. Yine karar veremiyordu işte, yumurta mı tavuktan çıkmıştı, tavuk mu yumurtadan?
Ne kadar içtiğini hatırlayamadı… artık bir kadehle bir şişenin fark etmediği çizgiyi geçmişti, en azından bunun farkında olmasına sevindi. Cebindeki bozuklukları düşündü. Ve fahişeleri… dünyadaki eski mesleklerden biri olan fahişeliğin,aslında büyük bir çok-tanrılı dinin yayılması için paravan olduğunu fark etti. Fahişeler, günde belki onlarca kez ve onlarca farklı tanrıya kurban ederlerdi kendilerini. Daha iyi bir hayat yaşayabilmek yada sadece bir hayat yaşayabilmek adına. O zaman yaşasın fahişelerdi… tek tanrılı dinlerin baskıcı ve egemen zamanlarının artık yıkılma vakti yaklaşıyordu. Fahişeler sinsice, isyan bayrağının açık seçik asılacağı günü bekliyorlardı. Her gün yeni yeni tanrılardan aldıkları güç ve imanla, yeni ve güzel zamanların habercisiydiler.
Kafasının dışında hiç vakit ayırmadığı fahişelere, kafasının içinde de bu kadar yer ayırmasına şaşıran ve kızan Fikret, boş bakışlarla etrafını seyre dalmıştı. Duvarlarda pek ışıklı ve ilgi çekici olmasalar da, orda olduklarını unutturmayacak kadar büyük olan reklam panoları duruyordu. İlk gözüne çarpansa, bir kutup ayısının elinde tuttuğu 2.5litrelik kola şişesi olandı. Çölde geçirdiği vakitlerde, kutup ayısına olan aşinalığından dolayı dikkatini kola şişesine vermişti. Hayat bu 2.5litrelik kolanın tıpatıp aynısıydı. Belki insanlar da ayıya benziyorlardı ama Fikret bunu sonra düşünmeyi yeğledi. Kendi kendine mırıldanıyordu, başkalarınca duyulup duyulmadığını umursamaksızın; “hayat bu koladır. Hepsini dikip bitiremezsiniz, boğazınızı yakar. Yavaş yavaş içerken gazının kaçtığını fark edersiniz, artık ne kadar dikleyip bitirseniz de tadı çoktan değişmiştir. Midenizdeki şişlik ve ağzınızdaki kötü tattan başka hiçbir şeyi hatırlamazsınız. Ve kapağın arkasındaki olası bedava şişe de bu yüzden kimsenin umurunda olmaz…” insanlara, ne kadar aptal olduklarını anlattığı manifestosunun giriş bölümünü okuyormuşçasına heyecanlandı ve terlemeye başladı Fikret. Kendini Mao Zedong gibi hissediyordu. Kurşuna dizilmekten kurtulan Mao gibi o da kurban edilmekten kurtulmuştu. Ve şimdi büyük yürüyüşü başlatmaya hazırdı. Ülkeyi bir uçtan bir uca yürüyecekti, arkasında fahişeler, kutup ayıları ve komuta ettiği kurban-sürgünler ordusuyla beraber.
Uyandığında başı çatlıyordu. Bir arabaya yaslanmıştı gece, ama nasıl olduğunu hatırlamıyordu. Karşısında arabanın yan aynasını görünce, bütün gece kendisini izlediğini tahmin edebilmişti. Ama aklında, ne büyük yürüyüş hazırlıkları vardı, ne de fahişeler…o an kendisinden beklemediği bir çeviklikle ayağa kalktı. Evine doğru yürümeye başladı…
Kurban edilenlerin iki ortak noktası vardı. Birincisi bakire olmaları… ikincisi ise her gün yeni bir cennete uyanıyor olmalarıydı. Bu yüzden her sabah uyandıklarında o ayinden kaçtıklarını sanarlar, her gün farklı bir ayinin kurbanı olduklarını fark etmezlerdi…